Yıllar var trene binmemiştim. Küçük fotograf makinesi boynumda, gözüme takılanı çektim. Peron. Durup kalan koca Nacar saat. Vagonlara takılan güzergah tabelaları. Haydarpaşa’nın çatı aralığından görünen küçük bölümü. Turuncu vagon basamakları. Tekerler. Ray aralarında çöp birikintileri..
Hareket ettik. Gözüm fıldır fıldır dönmeye, taramaya tren hızında devam etti.
Buncası arasında bir kare vardı ki gördüğüm an ile peşinden fotografladığım arasında geçen bir iki saniye boyunca içimi gıcıkladı.
Yukarıdaki an bu. Rayların ötesinden görünen tellere farklı yükseklikte asılmış beş işçi ceketi.
Zaten tetikte olan dikkatimi, adını koyamadığım bir nedenden ötürü fazladan uyaran bir an.
Algılardaki bu kararsızlık, damak kaşıntısına benzer bir askıda kalış. Belirgin bir his var ama bir türlü ulaşıp kaşıyıp dindiremiyorsunuz. Etkileniyor ama adını koyamıyorsunuz.
Asılıp kalıyor havada.
Derken, çektiğim fotografa bakıp dururken adı çıkageldi.
Nitelediği kare kadar soyut belki ama iki soyut bir somut etti, adına kavuşan resim de yerli yerine oturdu.
*
Kimi zaman bir fotografa dikkat çeken, onu bilince taşıyan tek veya bir iki sözcük oluyor. Fotografın varlık sahnesinde yer alabilmesi için gereken son adımı ona verilen ad atıyor. Algı eşiğindeki böyle anlar da çok hoşuma gidiyor:
Fotografın düşüncesiyle tamamlanışı.
Ad başlı başına güçlüyse dönüp fotografı değiştiriyor. Sonra da değişen fotografla birlikte bir değişime de kendisi uğruyor.
*
Yukarıdakinin adına Pentatonik deyiverdim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder