Üzerinden uçtuğum vakit boyunca ekranda adı kalan Port Moresby, hayalimi uyaran hedeflere katılmıştı. Isabella Tree’nin Yeni Gine üzerine kitabını o iştahla açtım, okuyorum.
Daha dünü Taş Çağında, bugünü 21. yüzyılda, küreselleşmeyi kendince yaşayan ilginç bir ülke. (Cola içen kabile şefleriyle bir reklam afişi durumun iyi bir özeti görünüyor.)
Yazarın dünyanın herhalde en izole başkenti dediği Port Moresby’den nispeten tek güvenli yol olarak havayoluyla ulaşılan dağlık bölgelerin coğrafi yapısı, birbirinden kopuk yaşayan yüzlerce kabilenin ortaya çıkmasına yol açmış. Her birinin kendi dili var. Sayıları yedi yüz elliye yakınmış bu dillerin. Almanlarla İngiliz, Avustralya ve Yeni Zelandalıların da oyuna katılmasıyla dil konusu iyice içinden çıkılmaz bir hale gelmiş. Hepsinin çok basitleştirilmiş bir harmanıyla kendiliğinden oluşan karma lisan şimdi ortak dilleriymiş.
Oraya yerleşen Avrupalılar burun kıvıradursun, işlevini gayet iyi yerine getiren bir dil bu anlaşılan. Gramer hak getire, telaffuz, arkası basıla basıla giyilen pabuçlar gibi kullanana uydurulmuş. Yazılması şart olduğunda da söylendiği gibi yazılıyormuş. Kavramlaştırma ise yerlilerin bilinenden türetme, yani çokça benzetme yapmasına dayalı.
Jeneratör, masin bilong mekim lektrik imiş mesela.
Oraya yerleşmiş yabancılar yine de, böyle bir dilin pratikliğini ileri sürenleri piyano örneğiyle yerlerine oturtmaktan yanaymış. Piyano deyip geçmek yerine derin bir soluk alıp bütün şunları söylerlermiş:
Wan bikpela bokis insait i gat planti teet olsem sark na taim missus i hitim na kikim bikpela bokis i singaut tumas.
Yani:
Evin hanımı vurup tekmeledikçe bir sürü gürültü çıkaran, içinde köpekbalığı kadar çok dişi olan büyük kutu!
Hoş bir kitap.
Isabella Tree: Islands in the clouds, Lonely Planet Journeys
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder