Kalabalıkla daralan kapıdan yavaş yavaş, içim -dişsiz bir yaşlı gülüşüyle- genişleyerek geçtim. Diller, yüzlerle kaynayan bir havuza karışarak kimliğinin belirginliğinden sıyrılmak her zamanki kadar hafifletici, ayakları yerden kesici geldi.
Az ıslak yağmur göğü altında uca kadar yürüdüm.
Gök gri, yer rengarenk.
Ama bir süre sonra baktım, sarayı kulaklarımla gezmekte, kaydetmekteyim.
İki avlu boyunca sesler birbirleri üzerine tırmanıp yükselmeden, yoğun ama alçak bir yosun örtüsü yumuşaklığında bir uğultu halinde yayıldı. Üstlerinde kesifliklerini artıran koca, sessiz bir kubbeyle sanki.
Arada sivrilip fırlayan bir kahkaha, uzakta birine bağırış..
Hazine dairesinin oradaki dev ağaç kovuğunun toprağa daldığı yeri fotograflarken seslere de zoomladım.
Sağımda, çok sıcak patates ağızda şöyle bir çevrilip yutulmaya çalışılır gibi hararetle, hep birden konuşulan İspanyolca.
Önümden geçen ve çivi yazısını andıran Korece.
Dört bir yanımda batıp batıp çıkan bin bir şivesiyle Almanca.
Sırtımı yalayan, tozlu bir yüzeyde başparmağımı dolaştırıyormuşum hissi veren Arapça.
Hepsinin sesini bastırdığı gibi kulağımı bıkkınlıkla dolduran büyük bir okul grubu.
Döndüm. Aslında onun için geldiğim, sultan atomobillerinin Has Ahırlarında açılan Kremlin Hazineleri sergisine girdim. Küçük (ne gözü doymazlık!) ama zengindi.
Asıl hedefim hoş bir ayrıntıya dönüşmüş, kulaklarımsa bayram ederek ayrıldım Saraydan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder