31 Mart 2010 Çarşamba
ADNAN ÇOKER
Görmeyeli uzun zaman olmuş, karşılaştığımdaysa bamtelimi titreştirmiş resimleri şimdi nasıl algılayacağım merakıyla da gittim Adnan Çoker retrospektifine.
Bana tam da Bach’ın biçime, renge damıtılmış hali gelmişti.
Boşluk duygusunu olanca yoğunluğuyla veren siyah üzerinde armoni geometriyle, melodi –sözün çoğunu bu ikisine bırakarak- degrade renklerle dile gelmiş gibi.
Bach’ı akışının özüyle tek bir anda seyretmek..
Aldığım haz değişmemiş. (Sadece tuvaller bir tür zaman aynasına dönüştü; o vakitler karşılarında duran benle şimdiki arasındaki farkı özlerindeki yalınlık, doğrulukla yansıttı. Çarpıcıydı.)
Salona girdiğimde Bach’ın Orkestra Süitleri çalıyordu. Ardından Çello Süitleri başladı.
30 Mart 2010 Salı
PİYANO
Üzerinden uçtuğum vakit boyunca ekranda adı kalan Port Moresby, hayalimi uyaran hedeflere katılmıştı. Isabella Tree’nin Yeni Gine üzerine kitabını o iştahla açtım, okuyorum.
Daha dünü Taş Çağında, bugünü 21. yüzyılda, küreselleşmeyi kendince yaşayan ilginç bir ülke. (Cola içen kabile şefleriyle bir reklam afişi durumun iyi bir özeti görünüyor.)
Yazarın dünyanın herhalde en izole başkenti dediği Port Moresby’den nispeten tek güvenli yol olarak havayoluyla ulaşılan dağlık bölgelerin coğrafi yapısı, birbirinden kopuk yaşayan yüzlerce kabilenin ortaya çıkmasına yol açmış. Her birinin kendi dili var. Sayıları yedi yüz elliye yakınmış bu dillerin. Almanlarla İngiliz, Avustralya ve Yeni Zelandalıların da oyuna katılmasıyla dil konusu iyice içinden çıkılmaz bir hale gelmiş. Hepsinin çok basitleştirilmiş bir harmanıyla kendiliğinden oluşan karma lisan şimdi ortak dilleriymiş.
Oraya yerleşen Avrupalılar burun kıvıradursun, işlevini gayet iyi yerine getiren bir dil bu anlaşılan. Gramer hak getire, telaffuz, arkası basıla basıla giyilen pabuçlar gibi kullanana uydurulmuş. Yazılması şart olduğunda da söylendiği gibi yazılıyormuş. Kavramlaştırma ise yerlilerin bilinenden türetme, yani çokça benzetme yapmasına dayalı.
Jeneratör, masin bilong mekim lektrik imiş mesela.
Oraya yerleşmiş yabancılar yine de, böyle bir dilin pratikliğini ileri sürenleri piyano örneğiyle yerlerine oturtmaktan yanaymış. Piyano deyip geçmek yerine derin bir soluk alıp bütün şunları söylerlermiş:
Wan bikpela bokis insait i gat planti teet olsem sark na taim missus i hitim na kikim bikpela bokis i singaut tumas.
Yani:
Evin hanımı vurup tekmeledikçe bir sürü gürültü çıkaran, içinde köpekbalığı kadar çok dişi olan büyük kutu!
Hoş bir kitap.
Isabella Tree: Islands in the clouds, Lonely Planet Journeys
Daha dünü Taş Çağında, bugünü 21. yüzyılda, küreselleşmeyi kendince yaşayan ilginç bir ülke. (Cola içen kabile şefleriyle bir reklam afişi durumun iyi bir özeti görünüyor.)
Yazarın dünyanın herhalde en izole başkenti dediği Port Moresby’den nispeten tek güvenli yol olarak havayoluyla ulaşılan dağlık bölgelerin coğrafi yapısı, birbirinden kopuk yaşayan yüzlerce kabilenin ortaya çıkmasına yol açmış. Her birinin kendi dili var. Sayıları yedi yüz elliye yakınmış bu dillerin. Almanlarla İngiliz, Avustralya ve Yeni Zelandalıların da oyuna katılmasıyla dil konusu iyice içinden çıkılmaz bir hale gelmiş. Hepsinin çok basitleştirilmiş bir harmanıyla kendiliğinden oluşan karma lisan şimdi ortak dilleriymiş.
Oraya yerleşen Avrupalılar burun kıvıradursun, işlevini gayet iyi yerine getiren bir dil bu anlaşılan. Gramer hak getire, telaffuz, arkası basıla basıla giyilen pabuçlar gibi kullanana uydurulmuş. Yazılması şart olduğunda da söylendiği gibi yazılıyormuş. Kavramlaştırma ise yerlilerin bilinenden türetme, yani çokça benzetme yapmasına dayalı.
Jeneratör, masin bilong mekim lektrik imiş mesela.
Oraya yerleşmiş yabancılar yine de, böyle bir dilin pratikliğini ileri sürenleri piyano örneğiyle yerlerine oturtmaktan yanaymış. Piyano deyip geçmek yerine derin bir soluk alıp bütün şunları söylerlermiş:
Wan bikpela bokis insait i gat planti teet olsem sark na taim missus i hitim na kikim bikpela bokis i singaut tumas.
Yani:
Evin hanımı vurup tekmeledikçe bir sürü gürültü çıkaran, içinde köpekbalığı kadar çok dişi olan büyük kutu!
Hoş bir kitap.
Isabella Tree: Islands in the clouds, Lonely Planet Journeys
29 Mart 2010 Pazartesi
AKUSTİK TOPKAPI
Kalabalıkla daralan kapıdan yavaş yavaş, içim -dişsiz bir yaşlı gülüşüyle- genişleyerek geçtim. Diller, yüzlerle kaynayan bir havuza karışarak kimliğinin belirginliğinden sıyrılmak her zamanki kadar hafifletici, ayakları yerden kesici geldi.
Az ıslak yağmur göğü altında uca kadar yürüdüm.
Gök gri, yer rengarenk.
Ama bir süre sonra baktım, sarayı kulaklarımla gezmekte, kaydetmekteyim.
İki avlu boyunca sesler birbirleri üzerine tırmanıp yükselmeden, yoğun ama alçak bir yosun örtüsü yumuşaklığında bir uğultu halinde yayıldı. Üstlerinde kesifliklerini artıran koca, sessiz bir kubbeyle sanki.
Arada sivrilip fırlayan bir kahkaha, uzakta birine bağırış..
Hazine dairesinin oradaki dev ağaç kovuğunun toprağa daldığı yeri fotograflarken seslere de zoomladım.
Sağımda, çok sıcak patates ağızda şöyle bir çevrilip yutulmaya çalışılır gibi hararetle, hep birden konuşulan İspanyolca.
Önümden geçen ve çivi yazısını andıran Korece.
Dört bir yanımda batıp batıp çıkan bin bir şivesiyle Almanca.
Sırtımı yalayan, tozlu bir yüzeyde başparmağımı dolaştırıyormuşum hissi veren Arapça.
Hepsinin sesini bastırdığı gibi kulağımı bıkkınlıkla dolduran büyük bir okul grubu.
Döndüm. Aslında onun için geldiğim, sultan atomobillerinin Has Ahırlarında açılan Kremlin Hazineleri sergisine girdim. Küçük (ne gözü doymazlık!) ama zengindi.
Asıl hedefim hoş bir ayrıntıya dönüşmüş, kulaklarımsa bayram ederek ayrıldım Saraydan.
Az ıslak yağmur göğü altında uca kadar yürüdüm.
Gök gri, yer rengarenk.
Ama bir süre sonra baktım, sarayı kulaklarımla gezmekte, kaydetmekteyim.
İki avlu boyunca sesler birbirleri üzerine tırmanıp yükselmeden, yoğun ama alçak bir yosun örtüsü yumuşaklığında bir uğultu halinde yayıldı. Üstlerinde kesifliklerini artıran koca, sessiz bir kubbeyle sanki.
Arada sivrilip fırlayan bir kahkaha, uzakta birine bağırış..
Hazine dairesinin oradaki dev ağaç kovuğunun toprağa daldığı yeri fotograflarken seslere de zoomladım.
Sağımda, çok sıcak patates ağızda şöyle bir çevrilip yutulmaya çalışılır gibi hararetle, hep birden konuşulan İspanyolca.
Önümden geçen ve çivi yazısını andıran Korece.
Dört bir yanımda batıp batıp çıkan bin bir şivesiyle Almanca.
Sırtımı yalayan, tozlu bir yüzeyde başparmağımı dolaştırıyormuşum hissi veren Arapça.
Hepsinin sesini bastırdığı gibi kulağımı bıkkınlıkla dolduran büyük bir okul grubu.
Döndüm. Aslında onun için geldiğim, sultan atomobillerinin Has Ahırlarında açılan Kremlin Hazineleri sergisine girdim. Küçük (ne gözü doymazlık!) ama zengindi.
Asıl hedefim hoş bir ayrıntıya dönüşmüş, kulaklarımsa bayram ederek ayrıldım Saraydan.
26 Mart 2010 Cuma
İSTER MİSİN, İSTEMEZ MİSİN?
İstiyorum demek genellikle yetiyor.
İstemek en fazla “nasıl istersin!” ile kurcalanıyor. Neden ileyse pek nadir.
Nedenlerin payandalığına ihtiyaç duyan, istememek.
Birinin isteği diğerinin isteksizliğiyle karşılaştığında gerekçelendirilmesi gereken o.
Tıpkı istemek gibi istememenin de bin bir nüansı var.
İstediğin bana bir şey ifade etmez, “göbeğimi hoplatmaz,” yerimden kımıldatmaya yetmeyebilir.
Benim istediğim başka şeydir, onun peşinden giderim.
Düzenimi altüst edici gelir, iter, dışımda tutarım…
Bir ucu “istiyor değilim,” öbürü “isteğini geri çeviriyorum” olan 180 derecelik bir yelpaze. Ama sanki bu ikincisinden, yani karşımdakini itmekten ibaretmiş gibi yumuşatılması, yatıştırıcı gerekçelerle savunulması gerekiyor.
Gerekçelerin, istememenin algılanışı kadar oturaklı olması, su götürür yanı olmaması bekleniyor.
Şöyle cıvıl cıvıl bir isteği, “benim içimden gelen ise öylece oturup burnumu karıştırmak” diye karşılamada -niyet hiç bu olmasa da- öldürücü bir şeyler var.
İstemek istememekten çok daha meşru.
Neden?
24 Mart 2010 Çarşamba
GPS'İNİN GÖTÜRDÜĞÜ YERE GİT -ya da gitme!
Taraflar:
G: GPS
1: Ben. Ayarlarını aklın egemenliği varsayımına göre tutturmaya gayret eden yan.
2: Ben. Kapağı açıldığı gibi kutudan zembereğinin ucunda fırlayan soytarı yan.
Açılış:
Yağmurlu, serin bir bahar sabahı. Arnavutköy'den Bakırköy’ün derinliklerinde imkansız adresli bir arkadaşıma kahvaltıya gidiyorum. Normalde arabamı istasyon ya da daha iyisi hastanenin orada bırakıp gerisini taksi şoförüne bırakacağım bir adres. Normalde.. Ama artık normalden azadım: GPS’im var benim! İçim, destekle ayakta dursa da özgüven ve geleceğe umut ile dolu.
Akış:
G: 200 metre içinde sağa dönmeye hazırlan.
1: Siz diye konuşmuyor muydun sen?! Onu tercih ederim. Efendinin ben olduğum yanılsaması uyandırıyor.
2: Ne demeye sağa dönüyoruz ki? Boş ver şimdi E5’i, kalabalık olur. Temiz temiz sahilden gidelim..
G: Hız limitini aştın.
2: Saçmalama! 52 kilometrecikle gidiyoruz.
G: Yeniden rota hesaplaması..
1: Ne biçim Türkçe bu!
2: Hah şöyle.
Karaköy’e kadar olaysız geldik.
GPS köprüden önce sağa sapmamı söylediğinde koltuğuma kaykılmış, kuşa aşık olan balığın şarkısını dinlemekteydim.
1: Ne hoş! Ana babalar olmadık aşklara saplanan çocuklarına dinletmeli bunu. Bin öğüde bedel.
G: 20 metre içinde hafifçe sağa dönmeye hazırlan.
1: Hem hafifçe hem de hazırlan. Biri yeter.
2: Ne kadar hafif? 20 gram, 12 ons?
1: Sahilden gidiyoruz. Çevre yoluna atma şimdi.
2: Haklısın, boş ver onu! Dal gitsin köprüye.
G: Yeniden rota hesaplaması..
(Mark Knopfler: The fish and the bird who fall in love
are bound forever to go roaming ....bound forever to go roaming)
Köprüyü geçtik.
G: Sağa dönmeye hazırlan.
1: Yine mi? Neden olmasın aslında? Buradan çevre yoluna vursak daha kısa olur.
2: Peki o zaman şofer, vur gitsin.
G: 20 metre içinde sağa..
1: Hangisine? Burada üç yol ağzı var.
2: Bence en sağdakine.
1: Ama orada Taksim yazıy..
2: Dön hadi!! En geniş yol o!
Böylece hep birlikte (şimdi dağda taşta bir çift kaliteli kunduranın iyiliğinden dem vuran Mark Knopfler dahil) kendimizi Perşembe Pazarı cehenneminde bulduk.
Daha da gecikeceğimi bildirmek için aradığım arkadaşım nerede olduğumu duyunca durdu kaldı. Neyse işte, belki görüşmek üzere, deyip kapadım.
Ezeli döngümün öfke kısmına girmiştim.
Köprüyü yeniden geçtik.
Çubuğun etrafına sarılan macun gibiydik.
G: 20 metre içinde..
1: Elinin körü!
2: Elinin körü!
G: Yeniden rota hesaplaması..
G: Hız limitini aştın.
2: Sen o limiti al, ilmek yap, boynuna geçir e mi!
1: Beynini limitler oysun!
Döngünün gülme krizi aşaması.
Sahil yolundayız. Bir süreliğine güvenli sularda.
Pes edip rotayı buna göre hesaplamış G: 11.. nokta.. 2.. kilometre.. boyunca sür.
Ohh! Baharlar patlamış sur boyu. Röfüjlerde laleler, çuha çiçekleri. Hayat ne basit, ne güzel!
Ve final:
GPS ile yaşam bir müzakere meselesi. Bazen bir taraf kaybediyor, bazen diğerleri. Bazen hep birlikte. Hep birlikte zafere ulaşıldığı da oluyor tabii.
En iyi arkadaşım G. ile bir yolculuk daha, gidişi 78, dönüşü 23 dakika sürerek böylece sona erebildi.
G: GPS
1: Ben. Ayarlarını aklın egemenliği varsayımına göre tutturmaya gayret eden yan.
2: Ben. Kapağı açıldığı gibi kutudan zembereğinin ucunda fırlayan soytarı yan.
Açılış:
Yağmurlu, serin bir bahar sabahı. Arnavutköy'den Bakırköy’ün derinliklerinde imkansız adresli bir arkadaşıma kahvaltıya gidiyorum. Normalde arabamı istasyon ya da daha iyisi hastanenin orada bırakıp gerisini taksi şoförüne bırakacağım bir adres. Normalde.. Ama artık normalden azadım: GPS’im var benim! İçim, destekle ayakta dursa da özgüven ve geleceğe umut ile dolu.
Akış:
G: 200 metre içinde sağa dönmeye hazırlan.
1: Siz diye konuşmuyor muydun sen?! Onu tercih ederim. Efendinin ben olduğum yanılsaması uyandırıyor.
2: Ne demeye sağa dönüyoruz ki? Boş ver şimdi E5’i, kalabalık olur. Temiz temiz sahilden gidelim..
G: Hız limitini aştın.
2: Saçmalama! 52 kilometrecikle gidiyoruz.
G: Yeniden rota hesaplaması..
1: Ne biçim Türkçe bu!
2: Hah şöyle.
Karaköy’e kadar olaysız geldik.
GPS köprüden önce sağa sapmamı söylediğinde koltuğuma kaykılmış, kuşa aşık olan balığın şarkısını dinlemekteydim.
1: Ne hoş! Ana babalar olmadık aşklara saplanan çocuklarına dinletmeli bunu. Bin öğüde bedel.
G: 20 metre içinde hafifçe sağa dönmeye hazırlan.
1: Hem hafifçe hem de hazırlan. Biri yeter.
2: Ne kadar hafif? 20 gram, 12 ons?
1: Sahilden gidiyoruz. Çevre yoluna atma şimdi.
2: Haklısın, boş ver onu! Dal gitsin köprüye.
G: Yeniden rota hesaplaması..
(Mark Knopfler: The fish and the bird who fall in love
are bound forever to go roaming ....bound forever to go roaming)
Köprüyü geçtik.
G: Sağa dönmeye hazırlan.
1: Yine mi? Neden olmasın aslında? Buradan çevre yoluna vursak daha kısa olur.
2: Peki o zaman şofer, vur gitsin.
G: 20 metre içinde sağa..
1: Hangisine? Burada üç yol ağzı var.
2: Bence en sağdakine.
1: Ama orada Taksim yazıy..
2: Dön hadi!! En geniş yol o!
Böylece hep birlikte (şimdi dağda taşta bir çift kaliteli kunduranın iyiliğinden dem vuran Mark Knopfler dahil) kendimizi Perşembe Pazarı cehenneminde bulduk.
Daha da gecikeceğimi bildirmek için aradığım arkadaşım nerede olduğumu duyunca durdu kaldı. Neyse işte, belki görüşmek üzere, deyip kapadım.
Ezeli döngümün öfke kısmına girmiştim.
Köprüyü yeniden geçtik.
Çubuğun etrafına sarılan macun gibiydik.
G: 20 metre içinde..
1: Elinin körü!
2: Elinin körü!
G: Yeniden rota hesaplaması..
G: Hız limitini aştın.
2: Sen o limiti al, ilmek yap, boynuna geçir e mi!
1: Beynini limitler oysun!
Döngünün gülme krizi aşaması.
Sahil yolundayız. Bir süreliğine güvenli sularda.
Pes edip rotayı buna göre hesaplamış G: 11.. nokta.. 2.. kilometre.. boyunca sür.
Ohh! Baharlar patlamış sur boyu. Röfüjlerde laleler, çuha çiçekleri. Hayat ne basit, ne güzel!
Ve final:
GPS ile yaşam bir müzakere meselesi. Bazen bir taraf kaybediyor, bazen diğerleri. Bazen hep birlikte. Hep birlikte zafere ulaşıldığı da oluyor tabii.
En iyi arkadaşım G. ile bir yolculuk daha, gidişi 78, dönüşü 23 dakika sürerek böylece sona erebildi.
23 Mart 2010 Salı
KÜÇÜK AYASOFYA -2
Keşfe devam. İstanbul’u genellikle birlikte kepçelediğimiz Çağlayan’la bu kez.
Yeniden Küçük Ayasofya camindeyiz.
“Bahçesinde Sergios-Bakhos kilisesini camiye dönüştüren Hüseyin Ağa’nın türbesi var, nereden merak saldıysan bol da tarihi mezar taşı. Ama önce caminin içini görelim bir.”
Pırıl pırıl bir gün. Namazdan hemen önce düşen öğle vakti ışığıyla mekan iyice aydınlık. Bizans sanatının altın çağından kalabilen yapıyı kare kare arşınladık.
“Justinian 6. yüzyılda, Ayasofya’dan kısa bir süre önce yaptırmış. Romalı lejyonerler Sergios ile Bakhos din uğruna ölmüş, aziz ilan edilmişler. Kiliseye adlarını vermeleri de entrikalar imparatorluğu Bizans’ta eksik olmayan bir darbe kuşkusuna dayanıyor. Justinian, İmparator Anastasios’a karşı düzenlenecek bir suikastla ilgili görülmüş. İmparatorun rüyasına giren iki azizin onun masum olduğunu söylemesiyle başı kurtulmuş. Justinian da tahta geçtiğinde şükranını bu kiliseyi yaptırarak ifade etmiş.”
İlginç bir araştırma olurdu: Rüyalara girip çıkanların tarihe yön verdiği zamanlara borçlu olduğumuz tapınaklarla kamu yapıları.
Caminin içi yalnızca düşen ışıkla değil, bezemesiyle de aydınlık. Dua, meditasyon ya da herhangi bir şekilde içi şöyle bir güzel boşaltıp ruha vites değiştirtmeye ne uygun.
Medreseyi bir kez de birlikte dolaşıp aldığımız tavsiyeyle Kadırga’ya doğru indik. İmren lokantasında iki kişi on bir buçuk liraya pek güzel restore olduk.
Dönüşte Sinan’ın Sokullu Şehit Mehmet Paşa Cami hiç beklemediğim bir yerde karşımıza çıktı. Sürprizi cevapsız bırakmayıp sokağına saptık. Yüksek duvarıyla boy ölçüşen kaç asırlık selvinin yanından tonoz çatılı merdivenini tırmandık. Tırmandık. Ucunda, yarım dairelik bir çerçeve içinden caminin ana ve yan kubbelerinin belirişi gediğine konan zor laf gibi etkileyici.
Geniş avlusu, ortadaki şadırvan..
Cami kapalıydı. Elimdeki koca kamerayla beni turist sanan imam gelip açtı. Oyunu bozmadık. Çağlayan’ın çevirmenliğiyle girdik. Ama turiste ikram bu kadardı anlaşılan, fotograf çekmemizi istemedi. Yumuşak başlılığımız “Peki, tek bir tane çekebilirsiniz” izniyle ödüllendi.
Kendini iyi hissedebileceğin yerler listesine bir tane daha ekleyerek döndük.
21 Mart 2010 Pazar
BİZİM GRUP
İyi ki sularımız durulur olduğunda yeniden bir araya gelmişiz diyorum.
45’inde!
Tempo değişir, geçmişe yer açılmaya başlarken.
Sınırsız olanaklar varsayımı yerini kısıtlı kaynaklar gerçeğine bıraktığında usul usul.
Gözler, daha daha elde edileceklerden elde edilmişlere çevrildiğinde.
Kıymeti artık bilinebilecekken gönülde bir vakit yer etmiş olanların.
Birbirimizin hamurlarında yer aldıklarımızın.
Okul arkadaşlarının.
Beş yıl oldu.
Bir araya gelişin uçucu bir heves olmadığını ortaya koymaya yetecek zaman.
Beraberimizde getirdiğimiz sivriliklerimiz, cilalanmak üzere tambura konup çevrilen-çevrilen yarı değerli taşlar gibi, birliktelikte törpülendikçe törpüleniyor. Ahengi orasından burasından dokumayı bir arada olmaktan öğreniyoruz. Ayıklanan ayıklanıyor. Daha da hoşu, ayıklanmayan da kabulümüz; kattıkları kadar çeri çöpü ile de farklılıklarımız.
Ortak bir noktamız varsa, bu kadar çok telden çalıyor olmamız herhalde.
Bir de insanı insana bağlayanın benzerlik değil, bambaşka bir şey olduğunu artık adını da koymaya başlayarak bilmemiz.
İyiliği güzelliği oynamıyoruz. İyi-güzel oluyoruz aramızdan akan sevginin kabulüyken.
Kanın ne halde gelirsen gel. Tak damarına bu ortak duyguyu, hakiki temasla arın, çık!
18 Mart 2010 Perşembe
GÖZÜM SENDE, KULAĞIM DA
Gök yerden ilk ne zaman ayrıldı bakışımda, olanca etkisiyle hafızamda.
Dediğim, görüntünün herhangi bir parçası olmaktan çıkıp başlı başına bir kubbeye, aleme dönüşmesi.
Gri bir ofis akşamüzeri. Lafım tükenmiş, kalemimi dişleyerek geniş pencereye gittim. Çerçevesinde ışığın çekildiği kalabalık cadde, karşıda çarık çürük dişler gibi yükselen binalar. Ötede Zincirlikuyu mezarlığının selvili koyu yeşilliği biraz. Üzerlerindeyse.. bir ucunda solan mavi-mor, diğerinde sarılar, derken batıda dalga dalga kızıllığın açılıp yayıldığı gökyüzü!
Görünümün gücü gümbür gümbür seslere dönüştü. O kadarı henüz yazılmamış senfonik bir esere.
Dizkapağımın altına vurulmuş gibi dönüp insanlara baktım; tepemizden sıradan, sefil varoluşumuzu hiçe sayan, onun tümden üzerinde bambaşka bir alemin geçtiğinin böyle, başlarına darbe almış gibi farkına varmışlar mıydı onlar da?
Hayır. Şimdi gözümde iyice ufalanan konuşmalarına, uğraşlarına devam ediyorlardı. Dışarıyı gösterdim, çerçevenin üst tarafını. Bir ikisi şöyle bir bakıp “Evet, çok güzel” dedi. Dilim eriyip etkiye karışmıştı zaten, vazgeçtim.
İfade edemeyecek olsam da derinlerde bir yerden algıladığım, artık posta adresi olan bir yerde değil, bir gezegende bulunduğum hissiydi. Saatli Maarif takvimine değil, astronomik ölçümlü bir zamana iliştirildiğim.
O akşamdan beri gözüm bir başka türlü gökte.
Işığı, renkleri sıradanlıktan koptuğu an sözü ona bırakıyorum. Küçük ölçeğimin farkına varılan-varılmayan fonu olmaktan çıkıyor o vakit.
Işığın hızla değiştiği dakikalar (şafak-gurup). Bulutlarla gelen renk-ışık değişimleri. Rüzgarlarla farklılaşan tonlar. Mevsimlerin –ayların- kendine özgü renk doygunluğu.
Tepemde eşsiz bir orkestra var!
Onunla kalmadı ama. Gözümü bir kez oraya çevirdiğimde sahnesinde yer alanlar da dikkatimde canlandı.
Kuşlar. Havayı onların hissedişi, cevaplayışı.
Ve sesler. Bu kez görüntüyü iyice arka plana atıp (ses operatörünün sivrilmişliğiyle) etrafı ses ağırlıklı algılamak.
Uğultu. Sıyrılan bir fren gıcırtısı. Kapı zili. Siren. Karga. Bir kanat gıcırtısı. Vapur düdüğü. Gezinti motorundan yayılan oyun havası parçası..
Tümünün ardındaysa anlamı derinleşen Sessizlik.
15 Mart 2010 Pazartesi
KÜÇÜK AYASOFYA -1
Şehir planını mönü gibi açıyorum önüme. O kıtası senin, bu kıtası benim.. Seçimimi de mönüleri kaç sayfalık olursa olsun lokantalardaki kadar çabuk yapıyorum.
Planı kesintisiz bir bakışla taradım. Bakışım daha başlangıç noktasına dönmeden Küçük Ayasofya seçenekler arasından sıyrıldı, belirginleşti, çağırdı. Tamamdır!
En iyisi tarihi yarımadanın labirentine hiç dalmadan Sarayburnunu kıyıdan izleyerek sur boyunca gidip Çatladıkapı’dan girmek. Sonra ilk sol, bir daha sol ve işte karşımda Sergios Bakhos Kilisesi – Küçük Ayasofya Cami.
Sultanahmet’in devamında, eteklerindeyiz ama ne kadar farklı buranın havası. Sakin bir kere. Çok daha sessiz. Telaşsız. İki üç katlı daracık, ahşaplı-kaçınılmaz betebeli, her telden renkli yapıyla inişli yokuşlu kıvrım kıvrım sokaklar tenha.
Küçük Ayasofya avlusuna girdiğim an hissettiklerime bir de ferahlık eklendi. Henüz herhangi bir somut nedene dayandıramayacağım akça pakça sere serpe bir huzur.
Cemaat Cuma namazındaydı. Bitişiğe, camiye ait külliyenin parçası olarak yapılmış eski medreseye geçtim. Avluyu üç tarafından kuşatan revak, göz göz dükkanlara ayrılmış. “Eline-beline-diline” düsturuyla kitapçı. Bitişiğinde Nakkaş Rumi.. Suluboya resimlere bakarken genç bir kadın çıktı dışarı, sohbet etmeye koyulduk. Söz ebrudan açıldığında avludaki kahvede oturan üç kişiyi gösterdi. Önde gelen ebru sanatkarlarıymış.
Cemaat dağılmamıştı daha. Kahveye girdim, beyleri selamlayıp oturdum. Biri diğerlerine ebrular gösteriyordu. Bir süre kulak misafiri olduktan sonra yanlarına gidip göz misafiri de olma izni istedim. İstanbul efendileri. Buyur ettiler. Ebru yabancısı olduğum bir sanat. Şimdiye dek gördüklerimin basmakalıp örnekler olmasındanmış dedim. Şimdi gözümden geçenlerse.. Çağıl çağıl, dalga dalga renk, kıvrak-yoğun desenler, kimi alabildiğine yalınlıkta gizli büyük ustalıklar. Erbabının yorumlarıyla (bir renk nasıl elde edilmiş, hangi kağıt kullanılmış, nasıl bir fırça darbesi vurulmuş..) dikkatim bileniyordu ama bu görüntü akışını bilgi eşliği olmaksızın da süresiz seyredebilirdim. Mikro bir aleme açılmış gibiydim, kaya kristallerinin, yağ tabakasına güneş vurmuş su birikintilerinin, girift yaprak damarlarının, sinir ağlarının içinde derinleştikçe derinleşen bir yolculuk.
Mayıs’ta Altunizade Kültür Merkezinde yapılacak ebru sergi ve sempozyumu için eser seçmektelermiş. Sohbetleri de ebrular gibi aktı gitti. Suyu, ucundaki nadide renkle tek bir darbede dalgalandıran fırça gibi bütün buraya hakim hissettiğim barışıklığın havasına karıştı.
Neden sonra kalktığımda camide kimse kalmamış, kapısı kapanmıştı (imamı da ebru sanatçısıymış). Gönlümdeyse bir pencere açıldığı duygusuyla döndüm.
Keşfin devamı başka güne kaldı.
11 Mart 2010 Perşembe
ASIL "ART BRUT"
Fransız Kültürde biri büyütülmüş, diğeri küçültülmüş iki sergi: İlki tumturaklı isimli Art Brut - Anatomia Metamorphosis. İkincisi arkadaşım, fotografçı Berat Pehlivan'ın Zihin Ergo Sum atölyesindeki zihinsel engelli çocukların fotograf işleri.
Biri büyük salonda şaraplı, büyükelçi konuşmalı açıldı. İkincisi lafın sonuna "bir de bu var" paranteziyle eklendi.
Art Brut. Ham Sanat. Geleneksel eğitim tornasından geçmemiş, entelektüel arka planı vb. olmayan sanatçıların ortaya koydukları..
İyi söyledi, güzel söyledi büyükelçi ama asıl ham sanatın, araya entelektten filan önce zihnin giremediği bu fotograflarda yattığını ya göstermedi ya görmedi bile.
Fotograflar müthiş!
Herhangi bir yönlendirme yapılmamış. Çocuklar hangi dürtüyle deklanşöre bastılarsa, o. Sağı solu kollayan, "ayna ayna, söyle bana" deyip duran, ifade dürtüsünü etrafına göre eğip büken zihin, engelli oluşuyla aradan çıkmış. Gözü ne doldurmuşsa som bir "o andalık" haliyle çekilmiş konmuş.
Atölyeye verilen bir holcük yerde büyük küçülürken küçük büyümüş.
Zihinsel engel de zihinden özgürlük olup çıkmış!
Çok koldan etkilendim.
Berat'a böyle bir cevher damarını bulup çıkardığı için hayranlık duydum. O çocukların içi tıkabasa izlenim-duygu-dürtü dolu fıçılarına bir musluk açıp dışarı akıtmalarına vesile oluşundan ötürü. Bunu da çocuklarınki gibi "ham", som bir dürtüyle yapışı, kendine en ufağından paye çıkarmanın peşinde olmayışıyla hayranlığıma saygı eklendi.
"Ham sanatçılardan" Coşkun ve Serpil'le tanıştım. Coşku, sevinç, heyecan ve.. kendine özgü bir mizahın farklı zihinlerdeki hallerine tadımlık oldu. Çok sevdim.
Bütün bunlardan önce fotograflardaki tamlık, yoğunluk, isabete vuruldum!
Göğüs kafesim doldu doldu taştı.
Gidin. 8 Nisan'a kadar oradalar.
10 Mart 2010 Çarşamba
DİSKOBOLOS CİVANIM
Gün Diskobolos’undu, Disk Atan Atlet’in. Bekçi arkasını döndüğünde alnından öpmek üzere Arkeoloji Müzesine gittim. Bekçi gözünü ayırmadı. Mermerinin kabarıp çöken, kasılıp gevşeyen yüzeyini hayalimde parmak uçlarımdan akıtarak gözlerimle okşadım ben de, kameramla.
Karşısındaydım. Etrafında. Mükemmel! Eleştirmenlerin eleştirecek şey bulamaması anlamında değil (bulmuşlar elbette). Objektif-sübjektif yaşattığıyla. Zembereği boşanmak üzere bir enerjiyle yüklü hissedilen Atlet, kendisinden ibaret kalmadı. Sanatçısı Myron’u kavrayış-ifade sınırlarına iten güçlü dürtüyü de hissettirdi: Duruşun değil, artık hareketin temsiline geçiş. Heykel sanatını gölgesinin üzerinden atlatmak. (Müze bahçesindeki arkaik heykellerin önünden geçmek, nereden nereye gelindiğinin birkaç adımlık özeti.)
Maddeden yaşamın doğuşu gibi.
Atölyesinin bir köşesine çömelip izlemek varmış Myron’u. Sancısını. Heyecanını. Gerildikçe gerilen zembereği. Dürtüyü heykele aktarışını.
Gereç düz keski-çekiç olsun, geliştikçe gelişen kameralar, elde değil, fikirde çalışan sanal alet edevat olsun.. dinamik ifade dürtüsü yolunu Myron’dan beri bir açmış pir açmış.
Diskobolos, Cartier-Bresson’un “belirleyici an” dediğinin de belki ilk örneği değil mi? Önce-şimdi-sonra tek bir anda yoğunlaşıp yükselmiş ve karşınızda işte.
Haydi, dedim, Myron’un izniyle keskisinin bıraktığı yerden kameranla al, kaydır, zarlaştır, tozlaştır, uçur biraz da imgeyi.
O diskiyle, sen onunla. Oyna!
Fotograflara
http://picasaweb.google.com.tr/sedatoksoy/Diskobolos#
adresinden ulaşabilirsiniz.
9 Mart 2010 Salı
ŞEY.. BEN..
Üç seferde dikilen bir bardak su, gırtlaktan çok sinirleri yatıştırmak için salınan kuru kısa bir öksürük..
Devşirme sandalyelere oturtulmuş küçük (büyükten hiçbir farkı yok) bir topluluğun karşısına "hadi çocuğum, oku bakayım şiirini/çal şarkını" denilerek itilmiş gibiyim.
Sahne de karışık. Nelere bağlandığını bilmediğim kablolar, oramda buramda patlayan ışıklar, beklemediğim yerlerde ayağımın altına açılan basamaklar..
Nasıl çalışıyor ki bu blog hikayesi?
Neyse, yürüdükçe öğreniriz.
Herhalde.
Sahneden gözlerim yaşlarla dolu koşa koşa kaçmazsam, kavalımı bir de böyle bir ortamda üfleme fikri cazip olabilir.
Göreceğiz..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)