17 Ekim 2024 Perşembe

VERANDA BAKİ

Sonbahar zamandan sıyrılmış, son’u atıp baharda uzayıp gidiyordu. Hava ile su sıcaklığı amniyotik sıvı kuşatıcılığında. Kızışmışlığı gerilerde bir yerde kalmış sıcak, anaç bir kucaklama gibi sürer giderken rüzgar kuzeye döndü. Tiz, keskin, kuru ve kurutucu. Cilt, sinir, önüne geleni koptu kopacak bir saz teli haline getiren. Sinekleri et koparıcı, denizi çalkantılı.

Kıyım-inşaatın burgaçlanan olanca tozu da yön değiştirdi. Gözümüzün önünde havayı bulandıran bulutlar nasibimizi yine de aldığımız yüklerini geniş bir yay çizerek açıklara çevirdi.

Perde iniyor, pastırma yazı bitti, size yol göründü der gibi. (Hoş, Ekim, mevsim karmaşası yaşar burada. Kah ne olacağını bilemeyen ergen kah fazlasıyla bilen yaşlı adayıdır, seni de peşi sıra sürükler.)

*

Bazen yanan canın bazen tatlanan ağzın ile karşılarsın ama ne, neyi, nasıl diye bakmazsan değişim değişimdir. Güney bizim için kuzey rüzgarından önceki güz gibiydi. Dopdolu bir yalınlık, yeknesaklık. Kuşatıcı, doyurucu. İn gönlünün derinliklerine bak; başka şey istemezdin. Yığılmayla birlikte ağır basan hoyratlık, duyarsızlaşma, duvarlaşma oldu. Buranın ince sazı kulak vermeye bakar, kuru gürültüye gelmez.

*

On yıllar geldi geçti. Babam ömrünün uzun pastırma yazını burada yaşadı. Burayla kurduğu derin bağı da bize bıraktı. Toza toprağa, dümdüz edilen yamaçlara, talana rağmen, hepsinin altlarında fısıldadıklarını hala işitiyoruz. Şimdi toz kaplı verandadan, babamın oturduğu yerden (“Dünyanın en zor şeyidir hiçbir şey yapmadan oturmak, dene de bak” demişti gülerek) pek çok şey değişti, görüşümüz değişmedi. Sonu görünmeyen bir es halinde uzayan güz gibi zamanın dışına asılı, omuz başımızdaki kıyım burun dibimize gelene dek de böylece süreceğe benziyor.



https://photos.app.goo.gl/Y6G9eXmZMCxB3hMWA

16 Ekim 2024 Çarşamba

YAPACAK BİR ŞEY YOK

Bir meramımı dile getirmeye kalkıyorum. Genellikle ortak bir sorun. Altında bunalmışım. Görünürlerde bir çözüm de yok.

Karşımdakinin cevabı hazır:

Yapacak bir şey yok!

Onu ben de biliyorum, eksik olma. Ama silkilen omuzlar eşliğinde ağzıma tıkmasan?

Paylaşıp hafifleteyim diyecek olduğum sinirim, çekiliveren bu set ile renk değiştirerek artıyor. Kendime dönüp bir de “Bak, ne güzel kabullenmiş işte, yüreği serin, mukavemeti kavi” deyip tavrımı mızmızca buluyorum.

Yapacak bir şey yok! beni üzerine limon sıkılmış istiridye ediyor.

*

Ama kendime söylediğimde bambaşka. Tek parça, güçlü kuvvetli, edilgen değil, aktif bir kabulün gür sesi.

14 Ekim 2024 Pazartesi

KEÇİBOYNUZU

Oysa ne güzel ağaç. (Ağacın çirkini var mı ki?) Geniş gölgeli gövdesi, küçümen yapraklarının koyu (Faber) yeşili. Ama bu sıralar çiçeklenme önceki kokusu! Birkaçının sıralandığı yol ağzından uçtaki balıkçı barınağına yürürken suratımız buruşur, burnumuzu tutardık. Güneşte unutulmuş bir leğen sodalı suya basılan kirli çamaşır kokusu derdim. Dün denize giderken güzelliği içimde, kokusu burnumda yükselen ağaca dönüp tatlı bir yürekle Ayy keçiboynuz! Başlamışın yine dedim.

Su çok güzeldi. Deniz kokusu dümdüz, arındırıcı. Hafiflemiş, tazelenmiş çıkarken burnumda sayfa çevirip ağacı sil baştan kokladım. Ne ılık sodalı su, ne kalmış kirli çamaşır; iticiliği-çekiciliği olmayan, kendiyle başlayıp uzanan ve biten bir yeni koku.

Yepyeni, bambaşka.

Keçiboynuzuyla denizi birlikte  selamlayıp evin yolunu tuttum.

13 Ekim 2024 Pazar

İÇİMİZDEKİ YABAN

Psikoterapide bir eksen değişimi 1950’lerde Carl Rogers ile gelmiş. Onun Hümanist Psikolojisi o vakte dek hastayı bir ders kitabı konusu, terapisti de otorite olarak gören hakim yaklaşımı sorgulayıp sarsmaya başlamış. Hasta danışana dönüşürken terapistle arasında hiyerarşik değil, eşit bir ilişki öngörülmüş.

Eşit bir ilişkinin nedir gereği?

Karşıdakini kendi koşulları, kodlamaları, dili içinde anlamaya açılmak.

Aradan kendi bildiğini, doğrularını, ölçütlerini çıkarıp özneye kendi içinde odaklanmak.

Terapist böylece danışanın kendi kendisiyle ilişkisinde bir kolaylaştırıcı, moderatör konumuna gelmiş.

İnsanın çoğu zaman ihtiyaç duyduğu safi kulak. Yansız, yargısız. Sana kulak verildiğini hissetmek senin de kendi içinde hazır düşünceleri, teorileri, spekülasyonu bir yana bırakıp meselenin bamteline varlığının tümü ile inebilmene kapı açıyor.

Odaklanmayı sürdüren sorular, işitildiğini onaylayan sözcükler, sesler. Arada bol sessizlik, “boşluk.”

*

Alışılandan farklı bir konum edinen dinlemeyi bambaşka bir yaklaşım haline getiren de Eugene Gendlin olmuş. Carl Rogers ile çalışan, felsefe eğitimli bir psikolog Gendlin. Bir içgörünün, duyguların altında bedensel hislerin yattığı sezgisinin peşinden gitmiş. (Bugün bu sezgi kanıtlanmış bir olgu -bkz Duygular Nereden Geliyor başlıklı notum https://aksi-seda.blogspot.com/2021/05/duygular-nasil-olusur.html.) Oysa tersini, duyguların bedensel hislere yol açtığını düşünürüz, değil mi? Kalp çarpıntısı aşk mıdır, aniden fırlayan tansiyon mu? Fizyolojik bir şeyse onun altında ne vardır peki? Tetiklenen eski bir öfke, anı, korku?

Hislerimizi o anki yaşantımıza “iliklemeye” fazlasıyla alışmışız. Oysa olup biten arasında aklımız, fikrimiz, varsayımlarımıza hiç gelmeyen bambaşka bir ilişki ağı olabiliyor.

Gendlin içimizde olanlara, bu girift ağa bir giriş kapısı olarak bedensel hislere (felt sense) farkındalığı açan bir yöntem geliştirmiş: Focusing/Odaklanma. (Aynı adlı kitabını öneririm.)

Zihniniz-duygularınızda birden bir dalgalanma oluyor. Ne yaparsınız?

İlk güdümüz bir açıklama getirmektir, değil mi? Belirsizlikten hoşlanmayız. Acele tarafından, isabetine pek aldırmadan bunu yapar, elimizin altındaki varsayımları uysa da uymasa da diyerek yapbozun boş yerine -çokluk kanırtarak- oturturuz.

Ona kızmıştım da onun için.

Duyarsızlığı beni öldürüyor, tepem atmış, az mı?

Bu kadar darda olmasam kendimi böyle sıkışmış/kaygılı/huzursuz hissetmezdim.

Odaklanma bambaşka bir yoldan gidiyor. Farkındalığı bedene, verdiği belirgin hislere yöneltiyor.

Göğsümde bir sıkışma.

Orada kal, sadece izle; şiddeti, “biçimi,” dokusu. Şundandır bundandır demeden (dinlemenin-anlamanın katili bu) hissin değişimine açıl. Sen odaklandıkça nasıl değişiyor? Buna, derinliklerinden hiç kulak verilmemiş bir mesaj getiren haberciye yapacağın gibi dikkat kesil. Tıpkı iletişim kurduğun bir hayvanın dilsiz dili gibi aşama aşama anlaşılır olup seni ağzı açık bıraktığını göreceksin.

*

Odaklanma onlarca yıldır verimli bir şekilde uygulanagelsin, yakın tarihli araştırmalar beynin iki yarıküresinin organizasyon ve işlevsellik konusunda nasıl farklılaştığına ışık tutmuş. (Hayır, burada konu çoğu çürütülen sağ beyin-sol beyin mitleri değil.) İki yarıküre arasındaki bağlantıyı sağlayan kabuksu yapının (corpus callosum) bir tür trafik polisi gibi hareket ederek birinden birinin hakim olmasını sağladığı ortaya çıkarılmış. (Çift direksiyonlu sürücü eğitim arabalarını hatırladım.) Ve bunun bir beyni olan bütün yaratıklarda böyle olduğunu. Peki bunlar niye başka başka işlerlikler edinmiş ola ki? Çünkü (insanda ek olarak mantık, dil vd “bizi biz yapan”) sol yarıküre bir noktaya odaklanırken sağ yarıküre bir anda üst/genel algılayışla bütüncül bir kavrayış sunuyor.

Ve hayatta kalmamız noktadan bütüne, odaklanmadan yayılmaya her iki işleyişin vakitli ve gereğince çalışmasına, eşgüdümüne bağlı.

Araba kullanırken yanımızdakiyle sohbet eder, müzik dinler, hesap kitabımızı yaparız, bu sırada ani bir değişiklik bambaşka bir düzleme geçmemize yol açar. İçgüdü, sezgi, çeşit çeşit ad alan bir yanımız öne çıkar.

Buna Yaban Aklı diyen bir kitap okuyorum. (Wild Creature Mind, Steve Biddulph.) Tıpkı bir yaban hayvanı gibi, dili sözcükler olmayan ama edinilmiş bütün deneyimlerin kodlanıp kaldırıldığı, aynı zamanda geçmişimizin arşivi ama asıl yaşadığımız anı geniş-derin bir perspektifte kavrayan yanımız bu.

Ve mesajlarını bedensel hislerle veriyor.

Bir düşünceyi kafanızdan geçirin, ardından dikkatinizi bedeninizde olup bitene açın -ve susun!! Aceleye getirmemeyi öğrendiğinizde bu hissin yaprak yaprak açıldığını ve sizi soğanın cücüğüne getirdiğini göreceksiniz.

Bir yanından habersiz diğer yanınla tek taraflı yaşamanın yol açtığı çatışmalara, anlamama, yanlış anlamalara. Yaban yanımızdan bütün bütüne kopukluğun yarımlığına. Ve tersiyle gelebilecek bütünlenmeye.

(Bu kendi zamanını isteyen süreç konusunda önceki yazıdaki Hissetme İzni ile buradaki kitaplar, yer yer polisiye gibi okunan ve birçok taşı yerine oturtan ilginç kaynaklar.)

 


9 Ekim 2024 Çarşamba

DERİN BİR YARIK

Önce dev billboardları geldi, tepeden inişte Batı koyunu çanak gibi sunan manzara noktasına dikildi. “Bu cennet koyda rüya gibi bir yaşam” vaadiyle güzelim kıyının seyrini kesti. Koyun bizden taraf koluna dip dibe, üst üste, göze hiç soluk aldırmadan dizilmiş evlerle vaat edilen rüyadan çok kabusu andıran bir proje. Haberini önden almıştık. İncelenmiş, yoğunluk, altyapı, çevre, bir dizi açıdan sorunlu görülmüş, büyükşehir belediyesi tarafından onaylanmamış, buradakiler tarafından mahkemeye verilmişti, itirazımızı dilekçe üzerine dilekçeyle de sağır sultanlara iletmeye çalıştık ama nafile! Güç zorbanın elindeydi, hüküm onun.


Son bir yaz boyu koyun maki ve batı rüzgarlarıyla neredeyse yerle bir boy atmış çamlarla kaplı bu tatlı sırtına gözlerimizi doyurduk. Açık denize doğru sabun taşı adını verdiğim beyaz kayalık ceplerine gittik, babamın biçim biçim kuru dalıyla ahşap figürlerini yaptığı çamların etrafını dolandık, altında oturup flüt çaldığım “çadır çam” ile helalleştim. Gözümüz, kulağımızın neşe ve dinginlik kaynağıydı, bütün yarımada gibi, öfkeli bir çaresizlikle güz ortası kıyımı başlatan hızarlara bıraktık.



Geçen sonbahar geldiğimizde inşaat başlamıştı. (Niyetlerinin gerçekleştirilmiş halinin reklamla bile güzel gösterilemeyeceğini kendileri de gördüler demek ki billboarddaki garabetin resmi kaldırılmış, dokunulmamış yerin fotoğrafı konmuş; üzerinde, içine edilecek bölge üzerinde Google Haritalardaki hedef ikonuyla işaretlenmişti.) Rüzgara göre sesi az ya da çok geliyor, toz dumandan da ona göre etkileniyorduk. Ama bu daha bir başlangıçmış.



Bu yıl ev sıralarını (endüstriyel tavuk çiftlikleri gibi sıklaşarak çoğalmışlar) yanı başlarında yükselen moloz tepesiyle bulduk. Yasak dönemde de (kaç paraysa veriverelim!) cezası ödenerek süren faaliyet yeri göğü sarsan dinamitlerle doludizgin. Sıcakta ferahlatıcılığını iple çektiğimiz batı rüzgarı toz toprak bulutlarını üzerimize salıyor, bahçeler meşum bir tabaka altında boğuluyor, yapraklar kavruluyor, çiçekler boynunu büküyor.



Durmadan yağan toz denize de inmiş; bitişik batı koyu kadar ötedeki doğu koyunda da (bir zamanlar yemyeşilliği üzerinde yüzmeye doyamadığımız) taban, kadifemsi bir tabakayla kaplı. Balıklar rızklarını bunda delikler açıp zemine ulaşmaya çalışarak arıyor. Düşmanın acımasızca bombaladığı bir ölü yerleşim neredeyse.




Yarımadanın, koyların karşı kıyıları hala yemyeşil, ormanlık. İktidara yakın birilerinin de bu tarafta gözü varmış, Olmaz mı? Birkaç beton yama da orada peydah olur, sonra bunlar birleşir ve kim bilir, belki günün birinde insanların ne varmış da buraya bu kadar yığılmışız diyeceği kadar bu azgın doymazlıkla baş başa kalırlar.



*

Güreş hakemlerinin, tozlukları iki rakibin renklerini taşıyan kolu gibi bu iki yaka. Galip şimdilik birindeki beton ölüm.



8 Ekim 2024 Salı

HER GECE BODRUM

Her Gece Bodrum’u okuyorum. 27 yaşında, kendini açık etmemiş bir eşcinselin kıvranışlarından ziyade, fırçasının bu olduğu bir resmin (70’lerin Bodrum’u, okumuş, politize, hali vakti yerinde gençliği, bohemleri) zihin, hisler ve algıları iç içe akıtan kıvrak fırça darbelerini zevkle izler gibi. Ustaca.


6 Ekim 2024 Pazar

HİSSETME İZNİ

Belli ki cevabını almak değil, girizgah olarak kullandığımız için en sık sorup en fazla da geçiştirdiğimiz soru:

Nasılsın?

Psikolog Marc Brackett’in Permission to Feel kitabını okudum. Pek çok meslektaşı gibi o da temelde kendini iyileştirmek için bu alanı seçmiş. Çocukluğunda ağır ve uzun boylu zorbalık ile cinsel tacize uğramış. Tepkisini bildiği tek yoldan, öfke patlamalarıyla göstererek sabrını taşırdığı ailesinden destek ve ilgi de görmemiş. Ta ki bir amcası onu karşısına alarak gözlerinin içine bakıp karşılığına kulak kesilerek sorana dek:

Neler hissediyorsun?

O olmuş. Baraj yıkılmış. Bastırılmış ne varsa taşmış. Sonra bu derin içgörülü amcanın yol göstericiliğiyle yatağını bulmuş.

Brackett bugün Yale Üniversitesi Duygusal Zeka Merkezi başkanı. Hissetme İzni adı altında geliştirdikleri programla öğretmen ve ebeveynler başta, geniş gruplara eğitim veriyorlar.

*

Nasılsın?

Bana olumlu şeyler söyle ya da söyleyeceğin olumsuz şeyler gündelik, gelip geçici olsun. Cevabın 10 saniyeyi geçmesin ki asıl konularıma gelivereyim. Beni karmaşık, çetrefil yanıtlarla yüz yüze getirme!

Çünkü

1.     Niyetim asıl cevabını dinlemek değil.

2.     Bana bir sorun ya da müşkül durumla gelindiğinde sadece ve katışıksız bir şekilde kulak vermeyi hiç öğrenmemişim. İlle olumlu-olumsuz bir tepki, yorum, açıklama, çözüm beklendiği gibi yaygın bir beklentiyle benim de kafam doldurulmuş.

3.     Anlattıkların allah vermesin benim çuvaldızı kendime batırmamı ya da kendimde bastırdığım şeylerin kapağını açmamı isterse ne yapacağımı bilemem.

*

Nasılsın?

İyiyim de geç. Ya da bugün(lerde) biraz içim sıkılıyor. Kızgınım. Üzgünüm. Sen?

Soruyu geçiştirmeye öyle alışmışız ki hissettiğimizin derinlerine, nüanslarına girmemizi sağlayacak dağarcıktan yoksunuz.

Ama duygular gelip geçişleri kendilerinden ibaret kalmayan, düşünce yargı/vargı ne kadar zihinsel ve bilinçaltından ilerleyen süreç varsa demini, rengini, tadını veren oluşumlar. Düşüncelerin, kararların, tepkilerimizin altında nasıl işlediklerinin ayırdında olmamak yalnız kendimizi değil, karşımızdakini, ilişkimizi de anlamamızı güdük bırakıyor.

*

Yüzeyden derine, kabadan inceye doğru inişte Brackett dörtlü bir grafik öne sürüyor. Eksi 5 ile + 5 arasında değişmek üzere yatay hattı nahoş-hoş, dikey hattı da enerji derecesi olan bir grafik bu. Nerede olduğunuzu yerleştirmekle yola koyulabileceğiniz bir harita.



Yüksek enerjili nahoş hisler üst soldaki kırmızı, hoş hisler yanındaki sarı dörtgende yer alıyor. Alt solda enerjisi düşük nahoş hisler mavi, hoş hisler de yanındaki yeşil alanda.

İyi bir başlangıç noktası.

*

Kolları buradan itibaren sıvayabiliriz.

Ama ilk iş, duygu yargıcı olmayı bırakıp duygu bilimci gibi yaklaşmaya bakmak. Ne kadar yoğun olursa olsun, duygular bilgiçliğe, parmak sallamaya, büyüklenmeye vs gelmez, biliyoruz. Dile geleceklerse bunu ancak onlara açılacak, peşin hükümlerin olabildiğince geri çekildiği bir alanda yapabilirler.

İngilizcede izlenecek adımların ilk harflerinden akılda kalıcı bir isim çıkarmışlar: RULER

Buna göre şöyle bir gidiş ortaya çıkıyor:

 

Ayırdına varmak

Anlamak

Adını koymak

İfade etmek

Ayar vermek

 

Kağıt üzerinde pek derli toplu görünmekle birlikte yaşarken doğal olarak iç içe geçen teorik bir akış.

Anlamadan yapıştırılacak itirazları vs askıya alacak şekilde her bir adımı açıklığa kavuşturmak önemli.

Duyguları bastırmaya, ancak çok dar bir çerçevede görünür-bilinir olmasına izin vermek öyle köklü bir alışkanlık ki çok büyük bir bölümünü anımsanan-anımsanmayan silik bir rüya kadar algılayıp geçtiğimizi sanıyoruz. Oysa oradalar, varlıkları tanınmadıkça ayaklarımıza, boynumuza dolanmakta, kendimizi oyalamaya bir ara verdiğimiz an ümüğümüze çökmekte.

Önce bir durup hissettiklerimize, bunların bedendeki izlerine kulak vermeli.

Duygu bir akış olduğu için öncesi-sonrasını akıldan geçirmeli: Nelerden nasıl süzülerek belirmiş?

Adını koymaya gelince, bu işi ne kadar kaba saba yaptığımızı yukarıdaki grafiğin numunelik bir dağarcık yerleştirilmiş hali önümüze koyuyor.



Dile getirilemeyen şey bilince de getirilemez: Bize neyin nasıl olduğunu gösterecek olan nüanslı bir kavrayış.

Öfke! Öfkenin çeşit çeşit hali var, hangisi? Başlı başına bir duygu olmadığına göre altında yatan ne?

Hissetme izni hiçbir şekilde bunu arkana alıp ortalığı yakıp yıkma, çamlar devirme, kasırga gibi esme izni değil. Etki ile tepki arasına boşluk koymak bizi zurnanın zırt dediği deliğe getiriyor: İfadenin ayarı. Dışa nasıl vurulacağı.

*

Evet, biliyorum, “gerçek” hayat başka şey, teori başka, pratik başka ama

1.     Bir işin göründüğü kadar kolay olmaması ona hiç eğilmemeyi gerektirmez

2.     Her şey gibi bu da bir fırsat tanıma, deneme, değerli bir yanı bulunacak olursa da uygulamayı sürdürme, olabildiğince hayata geçirme meselesi.

Bu düşünceyle böyle uzunca paylaşmak istedim.