Arkadaşım pencerenin yanına oturdu, başını dışarı çevirdi ve ayy! dedi, ne çirkin olmuş!
Bitişik çatıdaki, İskender Lahdi adını taktığım talihsiz
masa/oturma adası teşebbüsünü diyordu.
Kolaya kaçıp ben onu artık görmüyorum bile dedim. (Bir
söz, düşünce tamamen dışımda olduğunda öyle yapıyorum; bir yere varacağından
kuşku duyarak uzun uzadıya kendi tavrımı, konumumu açıklamaya girişmek yerine basmakalıp
bir cevapla ya da hiç katılmadığım şeyi onaylayarak geçiştiriyorum.)
Oysa tam tersine, onu görüyor, seyrediyor, zevk
duyuyorum.
Çünkü arşivindeki nice eser, akım, görüntünün bıraktığı
izleri harmanlayan gözüm, bu lenduhayı ince ince işliyor.
Demir iskeletini kaplayan yekpare taş değil,
sıkıştırılmış tozu imiş ki bel verdi. Ortasında oluşan çukura su doluyor. Bu
gölcük, yağmurlarda genişleyip kenarlara kadar yayılan bir içdenize dönüşüyor.
(Damlaların hafif yağışta sakin, sağanaklar ve rüzgarlarda yüzeyi döven
vuruşları!.) Buranın eksik olmayan toz toprağı gölcüğün etrafına evvelki yüzyıl
sonlarının bungun yağlıboya tablolarına seçilen yaldızlı oval çerçeveler misali
kenarlar oluşturacak şekilde kat kat birikip ıslanıyor. Gökyüzü, ufalıp
genişleyen bu birikintideki yansımasıyla bütüne katılıyor. Şafağın kızıldan
dönen renkleri, renk renk bulut, duru mavi, derin lacivert yatağında çeşitli
halleriyle ay, içinden geçen kargalar, martılar, turuncu-sarı gün sonları..
Tam taş bile olmayan bu ölü doğmuş ve hayat da verilmemiş
(hemen hiç kullanılmadı) lenduha, benim kaçırmak bir yana, yapıştırdığım
gözümde makbul bir obje olup çıktı!
Güzel değil. Ama ifade ve algıyı genişletme,
derinleştirme gücü ile tanımlarsak bir sanat nesnesi artık.
Bakışımı an’a, onun tekrarlanmazlığına, dinamizmine
sonuna kadar açmasıyla önüme konan hazır bir sanat eserinin olduğundan çok daha
zenginleştirici.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder