Hareketsizlik, bilim insanlarının oturmayı sigaraya denk tutacağı kadar ciddi bir sağlık tehdidiymiş. Öyle haftada 1-2 ter döktüren egzersiz ile savuşturulacak gibi de değil. Sandalyelere, koltuk kanepeye çöktürüp kaldırmayan bugünkü hayatın iliğimize işlemesiyle her anımıza yayılan bir doğamızdan kopuş bu.
Paleoantropolog Daniel Lieberman (son kitabı Exercised:
Why Something We Never Evolved to do is Healthy and Rewarding) bir kabileyi
gözlemlerken ne zaman “egzersiz “dese çevirmenin zorlandığını fark edip sormuş.
Sürekli hareket halinde olan bu “primitif” insanlarda böyle bir kavramın
karşılığı yokmuş. Lieberman’ın egzersiz için koşu yapan insanlarını da
anlamamışlar pek.
“Niye ki?”
“E, öylemesine, eğlenmek için.”
“Ha ha! Eğlenmek için de koşulur muymuş?!”
Bize ve onlara “doğal” gelen! Fazladan bir faaliyet
olarak koşmaları gerekmiyormuş. Gündelik yaşamlarının hareketi bedenin temel
yapısıyla uyumluymuş. Bunun sonucunda metabolik sağlıkları da yerinde; bizi
pençesine alan ölümcül kronik hastalıklardan, akıl sağlıksızlığından uzak.
(Onların derdi de enfeksiyonlar, zehirlenme, bakteri, virüs hastalıkları. Bizim
aşıp ardından derede boğulduğumuz bütün o deniz.) İki iş arası dinlenmeleri
bile dinamik, diyor Lieberman. Çömeldikleri yerde şöyle bir soluklanırken bile
kasları çalışmaya devam ediyor. (Bizim unutup gittiğimiz çömelme, epey bir para
sayacağınız spor hocasının size belletmeye çalışacağı “izometrik”
hareketlerden.)
Bizimse hareketi hayatlarımızdan daha da uzaklaştırmak
için kaç paraysa veriverelim deyip yer açtığımız bir sürü ıvır zıvır ve icat
(Siri’ler, robot süpürgeler, bizi zihinsel hareketten de kurtardı kurtaracak
Yapay Zeka :) (Michael Easter’ın kitabı The Comfort Crisis, ölçüsüz
rahatına düşkünlüğün vardığı uçları, gelip tosladığı duvarı konu ediyor.)
Her neyse. Sacayağının iki ayağı beslenme ile hareketi
önüme çekeli (kalın, uzun, bol rüyalı uykununsa ilgime ihtiyacı yok) kendimi
bir yapbozun parçalarını kutudan çıkarmış, yüzlerini çevirmiş, orası burasından
girişip ilerleyerek resmi açığa çıkarmaya koyulmuş gibi hissediyorum. Aradığım,
karşıma çıkan her bilgi, beliren şablonun bir yerine oturuyor, kişisel
deneyimle doğrulanan pekişiyor, daha da gitmek için önümde uzanan havuç oluyor.
“Atıştırmalık hareket” fikri de hareketliliği gün içine
serpiştirerek özgün tasarımımıza hizmet eden böyle bir yapboz parçası olarak
avcuma düştü. Bir süre oturduktan sonra kalk, bir şeyler atıştırmak yerine kısa
egzersizler yap. Oturdukça oturuyorsak tersi de geçerli; kımıldadıkça
kımıldayası geliyor insanın. Abur cubur nasıl kendi iştahını açıyorsa hareket
de öyle. İmiş meğer.
30-50 dakikalık günlük egzersizin ardından aralarda
kalkıp duvar oturuşuydu, el-bilek çalışması vb’ydi birer beşer dakikalık
hareket ediyorum. Akşamüzeri kısa bir yürüyüş ve kanım hızlanmış, taşıdığı
oksijen beynimi-ruhumu havalandırmış, dönüp günü derin bir nefesle kapatmaya
hazırlanıyorum.
Oturup dururken gözümüzden kaçan belki de en önemli şey,
hareketsizliğin, dört bir yanda artan baskı ve çaresizlik hissiyle birlikte
elimizden aldığı eyleme-değiştirme gücü (agency).
Hareket bunu geri veriyor. Karalar bağlayıp oturduğu yere
çöken insan, kalkıp bilinçli-niyetli üç adım attığı an bir şeyler temelden
kımıldanmaya başlıyor. Ben hala buradayım, dünyanın değişiminde söz hakkım hiç
olup gitse de hayat, şu kolu bacağını oynatabildiğim bedendeki hayat için hala
yapabileceğim şeyler var. Sağlık için, var olma gücü için. Bir psikoterapistten
aktarma söz doğru görünüyor: Hareketi işin içe katmadan depresyonu iyileştiremezsiniz. Çepeçevre
yılgınlığı, yitirilmiş eyleme gücünün karanlığını aynalayıp çoğaltmaktansa
lambanın yağını değiştirip fitilini uzatmak daha iyi değil mi?