19 Kasım 2024 Salı

İSTANBUL'U ELERKEN

Köprüden körfezi geçer geçmez İstanbul trafiğe düştüm. Amazon’un bir kolu gibi, akıyordu ama ne çok, ne çok araç. Şehir şoförlüğüme bir şey olmamış. Yine de, onu seyreden yanımın ağzı açık, bu ağırlı hafifli gür araç debisiyle birlikte içlere dalıp eve geldim. Ayıklayıp yeni sakinine yer açacağım küçük eve.


Ayağımın tozu, kafamın dumanıyla ilk iş kağıtları önüme çektim. Ekstreler, faturalar. Yılların para akışını (yaşarken bunlara eşlik edenleri) gerilere doğru hızlanarak yırtıp yırtıp kara çöp torbaları doldururken mektuplarda durup onların zamanına, insanlarına döndüm. Kronoloji, bir atkısı takılan, diğeri hızlanan bir örgü makinesine benzedi. Zamanın bu kendi etrafında dönüşü de içimi karıştırdı.

Sınırlı zamanın yükselttiği manik bir enerjiyle kolları sıvadım. TV, internet vs dikkat çelicilerin yokluğunda birkaç gün boyunca sonunda frenime basana kadar saatler süren bir odaklanmayla kendimi elimdekine, önümdekine verdim.

Ele, ayır, ver, at, bırak.

Sırf nesneler değil, hayatım da arka planda bu “artık şimdi-burada” kalburunda güncelleniyordu. Bazı şeyleri (çoğunu) rahatça salarken bazısına nasıl tutunduğumu gördüm.

Değer nedir, değersiz nedir? Önem nereden gelir?

Ne saklanmalı, korunmalı, ne bırakılmalı?

Tutunduklarım harcımda ne kadar yer tutuyor?

Beni ben yaptı dediğim geçmişi, tıpkı dijitalleştirdiğim fotoğraflar vs gibi daha elle tutulmaz-yer kaplamaz biçimlerde (dokunulduğunda yeniden canlandıkları yüreğimde, zihnimin labirentlerinde) ”tutmak” ile yetinebiliyor muyum? Fiziksel varlıklarına, görüp göstermeye ne kadar ihtiyacım var? Gözden ırak, gönülden ırak ama ne olur ne olmaz, dolaplarımda mevcut olmalarına?

*

Aidiyetim burada olmadığım yıllarda iyice gevşemiş, küçük evden de ayrılışımla artık adı da değişiyordu.

Yeni bir fasıl.

Bu geçiş hali, şehrin hissini alabildiğine değiştirdi. Elde bir olmaktan çıkan İstanbul’un algısı aydınlığı karanlığıyla berraklaştı, kontrastlar keskinleşti. Şehrin ezici gelen büyüklüğü, kalabalığı, sıkışıklığı, cıvıl cıvıl, nefes alıp aldıran heyecan verici anlar ile iç içe geçti. Canlı renkler ile bungun, yeknesak renkler.

*   

İstanbul’un pompaladığı sigorta attıran enerjiyle evimi ve kendimi kalburdan geçirmekle kalmadım, aynı soruları ona da sorarak şehre dalıp çıktım.

Deniz-kara-yeraltı toplu ulaşım ağı ben bırakalı alıp başını gitmiş. Nerelerin nerelere çabuk yoldan bağlandığına hayret ettim.  Belediyenin ince işleri. Dönüştürülen silolar, gazhaneler. Yeniden kazanılan Feshane, Bulgur Han gibi yapılar. Zengin ve zevkli kütüphaneler. Makul fiyat, nefis manzaralı lokanta, kahveler. Upuzun yürüyüş yolları. Güzel işler.




*

Arnavutköy köylükten çıkmış, paragöz lokanta, bitişik düzen ufak tefek kafe, yeri dar, ayaküstü lokanta ile dolmuş. Dükkanında kalabilmiş plastikçi-züccaciyeciye ayakkabı tamircisini sordum. Kapanıp gitmiş. Mahallenin uykulu, kendi halinde, kendini unutarak dalıp çıktığın havası gibi. Züccaciyeci o vaktin uzayan son demi.

Sonlarında yetiştiğim (Çağlayan  sağ olsun) Salgado-Genesis sergisi olağanüstü yoğunluğuyla ciğerlerimi açtı. Anlatım, teknik, detaylar, fiziksel ve artistik boyut, kat kat, dalga dalga hissime, düşünceme yayıldı.

Ardından, yolun karşı tarafında, İstanbul Modern’de önceden mimlediğim Olafur Eliasson’un Senin Beklenmedik Karşılaşman ile Chiharu Shiosta, Dünyalar Arasında sergileri. Şehrin tesellisi, sanat. Sanat şehirde bir hayatta kalma stratejisi. Kent yaşamının merhemi. İstiridyenin inci yapımı.



İstanbul Modern’in yeni binasından rıhtıma çıktık. Önümüzde sur gibi dikilen dev yolcu gemisi henüz demir almış, yerini deniz ile karşı kıyıya bırakmıştı. Poyrazın hareketlendirdiği bulutlar ışığı kısıp açarak maviyi koyultuyor, Boğaz’ın dalgalı lacivertini yeşile çalıyor, ciğerlerimize oksijen pompalıyordu. Hepsinin üzerine ikonik İstanbul sesleri, vapurlar, martılar. (İstanbul’da poyraz, diriltici bir yabancılaşmanın rüzgarı. Derinleştirdiği renklerle ışığı, temizlediği nefes bana hep doldur ciğerlerini, diyor. Kop kalabalıktan. Ayrıl, ayrış.)

*

Bambaşkasın İstanbul. Çok güzel, arada bir. Ezici, boğucu. Kamçılayıcı. Çoğaltıcı ve tüketici.

*

Aydınlık ile karanlık, İstanbul’da kumarbazın durmadan kardığı kartlar gibi yer değiştiriyor, geçişip ayrışıyor, sürekli farklılaşan bir sıralama izliyor. İnsan elinden ya da doğal, benzersiz bir anın bir öncesi, bir sonrası kokuşmuşluk, yozlaşma, yoksulluk, vandalca bir kıyım. Çirkinin diğer yarısı güzel. Sonra aniden tersi.

*



Kuzeye, Karadeniz’e doğru gitmedikçe bina, insan ve araç trafiği yutucu.

Yukarılar ve Boğaz’ın henüz kemirilmemiş bitki örtüsü, çağından sıyrılan zaman dışı bir İstanbul sunuyor. Kalan yeşilde güz alacası, buraların sükuneti, az sesliliği,  son bir iki gün ilaç gibi bir kapanış sundu.

Bitti.

Damağımda poyraz sonrası gibi taze bir tatla ayrıldım.

Unumu eledim, kalburumu astım. Az ve öze dönüyorum.

17 Ekim 2024 Perşembe

VERANDA BAKİ

Sonbahar zamandan sıyrılmış, son’u atıp baharda uzayıp gidiyordu. Hava ile su sıcaklığı amniyotik sıvı kuşatıcılığında. Kızışmışlığı gerilerde bir yerde kalmış sıcak, anaç bir kucaklama gibi sürer giderken rüzgar kuzeye döndü. Tiz, keskin, kuru ve kurutucu. Cilt, sinir, önüne geleni koptu kopacak bir saz teli haline getiren. Sinekleri et koparıcı, denizi çalkantılı.

Kıyım-inşaatın burgaçlanan olanca tozu da yön değiştirdi. Gözümüzün önünde havayı bulandıran bulutlar nasibimizi yine de aldığımız yüklerini geniş bir yay çizerek açıklara çevirdi.

Perde iniyor, pastırma yazı bitti, size yol göründü der gibi. (Hoş, Ekim, mevsim karmaşası yaşar burada. Kah ne olacağını bilemeyen ergen kah fazlasıyla bilen yaşlı adayıdır, seni de peşi sıra sürükler.)

*

Bazen yanan canın bazen tatlanan ağzın ile karşılarsın ama ne, neyi, nasıl diye bakmazsan değişim değişimdir. Güney bizim için kuzey rüzgarından önceki güz gibiydi. Dopdolu bir yalınlık, yeknesaklık. Kuşatıcı, doyurucu. İn gönlünün derinliklerine bak; başka şey istemezdin. Yığılmayla birlikte ağır basan hoyratlık, duyarsızlaşma, duvarlaşma oldu. Buranın ince sazı kulak vermeye bakar, kuru gürültüye gelmez.

*

On yıllar geldi geçti. Babam ömrünün uzun pastırma yazını burada yaşadı. Burayla kurduğu derin bağı da bize bıraktı. Toza toprağa, dümdüz edilen yamaçlara, talana rağmen, hepsinin altlarında fısıldadıklarını hala işitiyoruz. Şimdi toz kaplı verandadan, babamın oturduğu yerden (“Dünyanın en zor şeyidir hiçbir şey yapmadan oturmak, dene de bak” demişti gülerek) pek çok şey değişti, görüşümüz değişmedi. Sonu görünmeyen bir es halinde uzayan güz gibi zamanın dışına asılı, omuz başımızdaki kıyım burun dibimize gelene dek de böylece süreceğe benziyor.



https://photos.app.goo.gl/Y6G9eXmZMCxB3hMWA

16 Ekim 2024 Çarşamba

YAPACAK BİR ŞEY YOK

Bir meramımı dile getirmeye kalkıyorum. Genellikle ortak bir sorun. Altında bunalmışım. Görünürlerde bir çözüm de yok.

Karşımdakinin cevabı hazır:

Yapacak bir şey yok!

Onu ben de biliyorum, eksik olma. Ama silkilen omuzlar eşliğinde ağzıma tıkmasan?

Paylaşıp hafifleteyim diyecek olduğum sinirim, çekiliveren bu set ile renk değiştirerek artıyor. Kendime dönüp bir de “Bak, ne güzel kabullenmiş işte, yüreği serin, mukavemeti kavi” deyip tavrımı mızmızca buluyorum.

Yapacak bir şey yok! beni üzerine limon sıkılmış istiridye ediyor.

*

Ama kendime söylediğimde bambaşka. Tek parça, güçlü kuvvetli, edilgen değil, aktif bir kabulün gür sesi.

14 Ekim 2024 Pazartesi

KEÇİBOYNUZU

Oysa ne güzel ağaç. (Ağacın çirkini var mı ki?) Geniş gölgeli gövdesi, küçümen yapraklarının koyu (Faber) yeşili. Ama bu sıralar çiçeklenme önceki kokusu! Birkaçının sıralandığı yol ağzından uçtaki balıkçı barınağına yürürken suratımız buruşur, burnumuzu tutardık. Güneşte unutulmuş bir leğen sodalı suya basılan kirli çamaşır kokusu derdim. Dün denize giderken güzelliği içimde, kokusu burnumda yükselen ağaca dönüp tatlı bir yürekle Ayy keçiboynuz! Başlamışın yine dedim.

Su çok güzeldi. Deniz kokusu dümdüz, arındırıcı. Hafiflemiş, tazelenmiş çıkarken burnumda sayfa çevirip ağacı sil baştan kokladım. Ne ılık sodalı su, ne kalmış kirli çamaşır; iticiliği-çekiciliği olmayan, kendiyle başlayıp uzanan ve biten bir yeni koku.

Yepyeni, bambaşka.

Keçiboynuzuyla denizi birlikte  selamlayıp evin yolunu tuttum.

13 Ekim 2024 Pazar

İÇİMİZDEKİ YABAN

Psikoterapide bir eksen değişimi 1950’lerde Carl Rogers ile gelmiş. Onun Hümanist Psikolojisi o vakte dek hastayı bir ders kitabı konusu, terapisti de otorite olarak gören hakim yaklaşımı sorgulayıp sarsmaya başlamış. Hasta danışana dönüşürken terapistle arasında hiyerarşik değil, eşit bir ilişki öngörülmüş.

Eşit bir ilişkinin nedir gereği?

Karşıdakini kendi koşulları, kodlamaları, dili içinde anlamaya açılmak.

Aradan kendi bildiğini, doğrularını, ölçütlerini çıkarıp özneye kendi içinde odaklanmak.

Terapist böylece danışanın kendi kendisiyle ilişkisinde bir kolaylaştırıcı, moderatör konumuna gelmiş.

İnsanın çoğu zaman ihtiyaç duyduğu safi kulak. Yansız, yargısız. Sana kulak verildiğini hissetmek senin de kendi içinde hazır düşünceleri, teorileri, spekülasyonu bir yana bırakıp meselenin bamteline varlığının tümü ile inebilmene kapı açıyor.

Odaklanmayı sürdüren sorular, işitildiğini onaylayan sözcükler, sesler. Arada bol sessizlik, “boşluk.”

*

Alışılandan farklı bir konum edinen dinlemeyi bambaşka bir yaklaşım haline getiren de Eugene Gendlin olmuş. Carl Rogers ile çalışan, felsefe eğitimli bir psikolog Gendlin. Bir içgörünün, duyguların altında bedensel hislerin yattığı sezgisinin peşinden gitmiş. (Bugün bu sezgi kanıtlanmış bir olgu -bkz Duygular Nereden Geliyor başlıklı notum https://aksi-seda.blogspot.com/2021/05/duygular-nasil-olusur.html.) Oysa tersini, duyguların bedensel hislere yol açtığını düşünürüz, değil mi? Kalp çarpıntısı aşk mıdır, aniden fırlayan tansiyon mu? Fizyolojik bir şeyse onun altında ne vardır peki? Tetiklenen eski bir öfke, anı, korku?

Hislerimizi o anki yaşantımıza “iliklemeye” fazlasıyla alışmışız. Oysa olup biten arasında aklımız, fikrimiz, varsayımlarımıza hiç gelmeyen bambaşka bir ilişki ağı olabiliyor.

Gendlin içimizde olanlara, bu girift ağa bir giriş kapısı olarak bedensel hislere (felt sense) farkındalığı açan bir yöntem geliştirmiş: Focusing/Odaklanma. (Aynı adlı kitabını öneririm.)

Zihniniz-duygularınızda birden bir dalgalanma oluyor. Ne yaparsınız?

İlk güdümüz bir açıklama getirmektir, değil mi? Belirsizlikten hoşlanmayız. Acele tarafından, isabetine pek aldırmadan bunu yapar, elimizin altındaki varsayımları uysa da uymasa da diyerek yapbozun boş yerine -çokluk kanırtarak- oturturuz.

Ona kızmıştım da onun için.

Duyarsızlığı beni öldürüyor, tepem atmış, az mı?

Bu kadar darda olmasam kendimi böyle sıkışmış/kaygılı/huzursuz hissetmezdim.

Odaklanma bambaşka bir yoldan gidiyor. Farkındalığı bedene, verdiği belirgin hislere yöneltiyor.

Göğsümde bir sıkışma.

Orada kal, sadece izle; şiddeti, “biçimi,” dokusu. Şundandır bundandır demeden (dinlemenin-anlamanın katili bu) hissin değişimine açıl. Sen odaklandıkça nasıl değişiyor? Buna, derinliklerinden hiç kulak verilmemiş bir mesaj getiren haberciye yapacağın gibi dikkat kesil. Tıpkı iletişim kurduğun bir hayvanın dilsiz dili gibi aşama aşama anlaşılır olup seni ağzı açık bıraktığını göreceksin.

*

Odaklanma onlarca yıldır verimli bir şekilde uygulanagelsin, yakın tarihli araştırmalar beynin iki yarıküresinin organizasyon ve işlevsellik konusunda nasıl farklılaştığına ışık tutmuş. (Hayır, burada konu çoğu çürütülen sağ beyin-sol beyin mitleri değil.) İki yarıküre arasındaki bağlantıyı sağlayan kabuksu yapının (corpus callosum) bir tür trafik polisi gibi hareket ederek birinden birinin hakim olmasını sağladığı ortaya çıkarılmış. (Çift direksiyonlu sürücü eğitim arabalarını hatırladım.) Ve bunun bir beyni olan bütün yaratıklarda böyle olduğunu. Peki bunlar niye başka başka işlerlikler edinmiş ola ki? Çünkü (insanda ek olarak mantık, dil vd “bizi biz yapan”) sol yarıküre bir noktaya odaklanırken sağ yarıküre bir anda üst/genel algılayışla bütüncül bir kavrayış sunuyor.

Ve hayatta kalmamız noktadan bütüne, odaklanmadan yayılmaya her iki işleyişin vakitli ve gereğince çalışmasına, eşgüdümüne bağlı.

Araba kullanırken yanımızdakiyle sohbet eder, müzik dinler, hesap kitabımızı yaparız, bu sırada ani bir değişiklik bambaşka bir düzleme geçmemize yol açar. İçgüdü, sezgi, çeşit çeşit ad alan bir yanımız öne çıkar.

Buna Yaban Aklı diyen bir kitap okuyorum. (Wild Creature Mind, Steve Biddulph.) Tıpkı bir yaban hayvanı gibi, dili sözcükler olmayan ama edinilmiş bütün deneyimlerin kodlanıp kaldırıldığı, aynı zamanda geçmişimizin arşivi ama asıl yaşadığımız anı geniş-derin bir perspektifte kavrayan yanımız bu.

Ve mesajlarını bedensel hislerle veriyor.

Bir düşünceyi kafanızdan geçirin, ardından dikkatinizi bedeninizde olup bitene açın -ve susun!! Aceleye getirmemeyi öğrendiğinizde bu hissin yaprak yaprak açıldığını ve sizi soğanın cücüğüne getirdiğini göreceksiniz.

Bir yanından habersiz diğer yanınla tek taraflı yaşamanın yol açtığı çatışmalara, anlamama, yanlış anlamalara. Yaban yanımızdan bütün bütüne kopukluğun yarımlığına. Ve tersiyle gelebilecek bütünlenmeye.

(Bu kendi zamanını isteyen süreç konusunda önceki yazıdaki Hissetme İzni ile buradaki kitaplar, yer yer polisiye gibi okunan ve birçok taşı yerine oturtan ilginç kaynaklar.)

 


9 Ekim 2024 Çarşamba

DERİN BİR YARIK

Önce dev billboardları geldi, tepeden inişte Batı koyunu çanak gibi sunan manzara noktasına dikildi. “Bu cennet koyda rüya gibi bir yaşam” vaadiyle güzelim kıyının seyrini kesti. Koyun bizden taraf koluna dip dibe, üst üste, göze hiç soluk aldırmadan dizilmiş evlerle vaat edilen rüyadan çok kabusu andıran bir proje. Haberini önden almıştık. İncelenmiş, yoğunluk, altyapı, çevre, bir dizi açıdan sorunlu görülmüş, büyükşehir belediyesi tarafından onaylanmamış, buradakiler tarafından mahkemeye verilmişti, itirazımızı dilekçe üzerine dilekçeyle de sağır sultanlara iletmeye çalıştık ama nafile! Güç zorbanın elindeydi, hüküm onun.


Son bir yaz boyu koyun maki ve batı rüzgarlarıyla neredeyse yerle bir boy atmış çamlarla kaplı bu tatlı sırtına gözlerimizi doyurduk. Açık denize doğru sabun taşı adını verdiğim beyaz kayalık ceplerine gittik, babamın biçim biçim kuru dalıyla ahşap figürlerini yaptığı çamların etrafını dolandık, altında oturup flüt çaldığım “çadır çam” ile helalleştim. Gözümüz, kulağımızın neşe ve dinginlik kaynağıydı, bütün yarımada gibi, öfkeli bir çaresizlikle güz ortası kıyımı başlatan hızarlara bıraktık.



Geçen sonbahar geldiğimizde inşaat başlamıştı. (Niyetlerinin gerçekleştirilmiş halinin reklamla bile güzel gösterilemeyeceğini kendileri de gördüler demek ki billboarddaki garabetin resmi kaldırılmış, dokunulmamış yerin fotoğrafı konmuş; üzerinde, içine edilecek bölge üzerinde Google Haritalardaki hedef ikonuyla işaretlenmişti.) Rüzgara göre sesi az ya da çok geliyor, toz dumandan da ona göre etkileniyorduk. Ama bu daha bir başlangıçmış.



Bu yıl ev sıralarını (endüstriyel tavuk çiftlikleri gibi sıklaşarak çoğalmışlar) yanı başlarında yükselen moloz tepesiyle bulduk. Yasak dönemde de (kaç paraysa veriverelim!) cezası ödenerek süren faaliyet yeri göğü sarsan dinamitlerle doludizgin. Sıcakta ferahlatıcılığını iple çektiğimiz batı rüzgarı toz toprak bulutlarını üzerimize salıyor, bahçeler meşum bir tabaka altında boğuluyor, yapraklar kavruluyor, çiçekler boynunu büküyor.



Durmadan yağan toz denize de inmiş; bitişik batı koyu kadar ötedeki doğu koyunda da (bir zamanlar yemyeşilliği üzerinde yüzmeye doyamadığımız) taban, kadifemsi bir tabakayla kaplı. Balıklar rızklarını bunda delikler açıp zemine ulaşmaya çalışarak arıyor. Düşmanın acımasızca bombaladığı bir ölü yerleşim neredeyse.




Yarımadanın, koyların karşı kıyıları hala yemyeşil, ormanlık. İktidara yakın birilerinin de bu tarafta gözü varmış, Olmaz mı? Birkaç beton yama da orada peydah olur, sonra bunlar birleşir ve kim bilir, belki günün birinde insanların ne varmış da buraya bu kadar yığılmışız diyeceği kadar bu azgın doymazlıkla baş başa kalırlar.



*

Güreş hakemlerinin, tozlukları iki rakibin renklerini taşıyan kolu gibi bu iki yaka. Galip şimdilik birindeki beton ölüm.



8 Ekim 2024 Salı

HER GECE BODRUM

Her Gece Bodrum’u okuyorum. 27 yaşında, kendini açık etmemiş bir eşcinselin kıvranışlarından ziyade, fırçasının bu olduğu bir resmin (70’lerin Bodrum’u, okumuş, politize, hali vakti yerinde gençliği, bohemleri) zihin, hisler ve algıları iç içe akıtan kıvrak fırça darbelerini zevkle izler gibi. Ustaca.


6 Ekim 2024 Pazar

HİSSETME İZNİ

Belli ki cevabını almak değil, girizgah olarak kullandığımız için en sık sorup en fazla da geçiştirdiğimiz soru:

Nasılsın?

Psikolog Marc Brackett’in Permission to Feel kitabını okudum. Pek çok meslektaşı gibi o da temelde kendini iyileştirmek için bu alanı seçmiş. Çocukluğunda ağır ve uzun boylu zorbalık ile cinsel tacize uğramış. Tepkisini bildiği tek yoldan, öfke patlamalarıyla göstererek sabrını taşırdığı ailesinden destek ve ilgi de görmemiş. Ta ki bir amcası onu karşısına alarak gözlerinin içine bakıp karşılığına kulak kesilerek sorana dek:

Neler hissediyorsun?

O olmuş. Baraj yıkılmış. Bastırılmış ne varsa taşmış. Sonra bu derin içgörülü amcanın yol göstericiliğiyle yatağını bulmuş.

Brackett bugün Yale Üniversitesi Duygusal Zeka Merkezi başkanı. Hissetme İzni adı altında geliştirdikleri programla öğretmen ve ebeveynler başta, geniş gruplara eğitim veriyorlar.

*

Nasılsın?

Bana olumlu şeyler söyle ya da söyleyeceğin olumsuz şeyler gündelik, gelip geçici olsun. Cevabın 10 saniyeyi geçmesin ki asıl konularıma gelivereyim. Beni karmaşık, çetrefil yanıtlarla yüz yüze getirme!

Çünkü

1.     Niyetim asıl cevabını dinlemek değil.

2.     Bana bir sorun ya da müşkül durumla gelindiğinde sadece ve katışıksız bir şekilde kulak vermeyi hiç öğrenmemişim. İlle olumlu-olumsuz bir tepki, yorum, açıklama, çözüm beklendiği gibi yaygın bir beklentiyle benim de kafam doldurulmuş.

3.     Anlattıkların allah vermesin benim çuvaldızı kendime batırmamı ya da kendimde bastırdığım şeylerin kapağını açmamı isterse ne yapacağımı bilemem.

*

Nasılsın?

İyiyim de geç. Ya da bugün(lerde) biraz içim sıkılıyor. Kızgınım. Üzgünüm. Sen?

Soruyu geçiştirmeye öyle alışmışız ki hissettiğimizin derinlerine, nüanslarına girmemizi sağlayacak dağarcıktan yoksunuz.

Ama duygular gelip geçişleri kendilerinden ibaret kalmayan, düşünce yargı/vargı ne kadar zihinsel ve bilinçaltından ilerleyen süreç varsa demini, rengini, tadını veren oluşumlar. Düşüncelerin, kararların, tepkilerimizin altında nasıl işlediklerinin ayırdında olmamak yalnız kendimizi değil, karşımızdakini, ilişkimizi de anlamamızı güdük bırakıyor.

*

Yüzeyden derine, kabadan inceye doğru inişte Brackett dörtlü bir grafik öne sürüyor. Eksi 5 ile + 5 arasında değişmek üzere yatay hattı nahoş-hoş, dikey hattı da enerji derecesi olan bir grafik bu. Nerede olduğunuzu yerleştirmekle yola koyulabileceğiniz bir harita.



Yüksek enerjili nahoş hisler üst soldaki kırmızı, hoş hisler yanındaki sarı dörtgende yer alıyor. Alt solda enerjisi düşük nahoş hisler mavi, hoş hisler de yanındaki yeşil alanda.

İyi bir başlangıç noktası.

*

Kolları buradan itibaren sıvayabiliriz.

Ama ilk iş, duygu yargıcı olmayı bırakıp duygu bilimci gibi yaklaşmaya bakmak. Ne kadar yoğun olursa olsun, duygular bilgiçliğe, parmak sallamaya, büyüklenmeye vs gelmez, biliyoruz. Dile geleceklerse bunu ancak onlara açılacak, peşin hükümlerin olabildiğince geri çekildiği bir alanda yapabilirler.

İngilizcede izlenecek adımların ilk harflerinden akılda kalıcı bir isim çıkarmışlar: RULER

Buna göre şöyle bir gidiş ortaya çıkıyor:

 

Ayırdına varmak

Anlamak

Adını koymak

İfade etmek

Ayar vermek

 

Kağıt üzerinde pek derli toplu görünmekle birlikte yaşarken doğal olarak iç içe geçen teorik bir akış.

Anlamadan yapıştırılacak itirazları vs askıya alacak şekilde her bir adımı açıklığa kavuşturmak önemli.

Duyguları bastırmaya, ancak çok dar bir çerçevede görünür-bilinir olmasına izin vermek öyle köklü bir alışkanlık ki çok büyük bir bölümünü anımsanan-anımsanmayan silik bir rüya kadar algılayıp geçtiğimizi sanıyoruz. Oysa oradalar, varlıkları tanınmadıkça ayaklarımıza, boynumuza dolanmakta, kendimizi oyalamaya bir ara verdiğimiz an ümüğümüze çökmekte.

Önce bir durup hissettiklerimize, bunların bedendeki izlerine kulak vermeli.

Duygu bir akış olduğu için öncesi-sonrasını akıldan geçirmeli: Nelerden nasıl süzülerek belirmiş?

Adını koymaya gelince, bu işi ne kadar kaba saba yaptığımızı yukarıdaki grafiğin numunelik bir dağarcık yerleştirilmiş hali önümüze koyuyor.



Dile getirilemeyen şey bilince de getirilemez: Bize neyin nasıl olduğunu gösterecek olan nüanslı bir kavrayış.

Öfke! Öfkenin çeşit çeşit hali var, hangisi? Başlı başına bir duygu olmadığına göre altında yatan ne?

Hissetme izni hiçbir şekilde bunu arkana alıp ortalığı yakıp yıkma, çamlar devirme, kasırga gibi esme izni değil. Etki ile tepki arasına boşluk koymak bizi zurnanın zırt dediği deliğe getiriyor: İfadenin ayarı. Dışa nasıl vurulacağı.

*

Evet, biliyorum, “gerçek” hayat başka şey, teori başka, pratik başka ama

1.     Bir işin göründüğü kadar kolay olmaması ona hiç eğilmemeyi gerektirmez

2.     Her şey gibi bu da bir fırsat tanıma, deneme, değerli bir yanı bulunacak olursa da uygulamayı sürdürme, olabildiğince hayata geçirme meselesi.

Bu düşünceyle böyle uzunca paylaşmak istedim.


5 Eylül 2024 Perşembe

BEYNİM ELİMDE

Kapalı ifadesi dikkatimi çekiyordu. 12-13 yaşlarında bir kız çocuğu. Dolmuştan (yabancı) şehrin dışlarında, olmadık bir yerde indi. Ben de peşinden. Diğer yanı boş arazi, sonu gelmez bir duvar boyu yürürken başımı eğdim ki avucumda beynim. Böylesi gerekiyormuş. İncelik gözetilmemiş düz, keskin bir bıçak hareketiyle yarıkürelerinden ikiye ayrılmış, açık havada kirlenen beyazıyla koyulaşan bir gri, sapı pembemsi. Bu halde işe yarayacak mı diyorum, sonra unutup yürümeye devam ediyorum.

4 Eylül 2024 Çarşamba

3 ŞİPŞAK

Sudan çıkarken gözüm takıldı. Ana kız yan yana oturmuş, gelip geçen balıklara bakıyordu. Kafaları aynı anda sağa sola gider gelirken ananın kısık gözleri alışık, yavruysa evrenin en büyük mucizesiyle karşılaşıvermiş gibi, gözleri tecrübesizliğin tazeliği, olanca etkilenme gücüyle ardına kadar açık. Su çizgisinin hemen berisindeydiler, deniz patilerini yaladı yalayacak. Yenir av değildim, ben gözlerinde hiçleşirken seyirlerini sürdürdü deniz kedisi ile kızı.

*

Bileyici, şezlongunu kabinlerin yanındaki dar şeride çekmiş, üzerine Romalı senatörler gibi uzanmış, cep telefonundan yüksek sesle alabildiğine alengirli bir yemek tarifi dinlemekteydi.

*

Benim vestiyer palmiyenin deniz tarafına döndüm, torbamı asacaktım ki gövdenin sarı tokyolarımı yerleştirdiğim, raf gibi uzanan dal çıkıntısında burun buruna geldik; yavru deniz kedisiyle. Bir Romalı senatör edası da ondaydı. Torbadan ilginç bir koku alamayınca hıh! der gibi başını çevirip yayıldığı yerden plajı gözlemeye devam etti.

28 Ağustos 2024 Çarşamba

VASATIN SİLİNDİRİ

Suda karşılaştık. Ne yaptığımı sordu. İplere tutunmuş, şnorkel alıştırması için başımı sokup çıkarıyordum. Söyledim.

“Aman ya! Hızlanacaksın da ne olacak! Yavaş mavaş, keyfini çıkar işte. Olimpiyatlara mı katılacaksın?!”

Bir şeyi ciddiye almak kötü mü, dedim.

“Oof, bir şeyi de ciddiye almayıver!”

(Ciddiye almak, allah vermesin, öznesine şüphe çekmeye yeter. Hiç havalı değildir bir kere, ayaküstü sohbetlere, boş gevezeliklere bırak malzeme olmayı, ayak bağıdır. Elinde kepçe, onu da derine indirmeye kalkışmaya gör, allah muhafaza!

Kendini vermek? Belki biraz daha az kulak irkiltici. Yoğunlaşmak? Soğuk, soğuk! Kabul edilebilirden yine uzaklaşıyorsun.)

Açıklama dürtüsü ağır bastı. Hızı hız için istemediğimi bir de ona söyledim. “Yüzmeyi çok seviyorum. Hareketlerim daha akıcı olsun istiyorum. Müzik seti alırken yüksek volümde ses kalitesine bakarsın. 120 desibelle müzik dinleyeceğinden değil, kısık seste billurluk aradığından. Hızlanma kabiliyeti benim için tam böyle.”

Sonra, sanki bir mazeret, hafifletici lazımmış gibi, “İşim gücüm yok, bununla uğraşıyorum işte” dedim. Kendimden daha fazla uzaklaşamazdım. Ama onu yatıştırdı, konuyu değiştirdi. Onun yerine şunu yap, bunu yap diye yollar gösterdi. İşin öğretmeni değildi. Yüzüşümü yukarıdan izlemiş bile değildi.

Hiç görülmediğim göze bir de salak gibi göründüğüm, üzerimden silindirle geçildiği hissi, genzime kaçmış tuzlu su tatsızlığında, denizden çıktım.

*

Karşımızdakine fi tarihinde çekilmiş vesikalık fotoğrafıyla bir dosya açıyoruz. Nispeten boş bir sayfa filan değil. Dosya. İçinde uzayıp giden tek bir çizelge var: Maddeleri, puanlaması kafamızdaki şablondan akıtma. Bir tür sınav çözüm cetveli. Uyar-uymaz, yerinde-yersiz. Hükmü buna göre basıyoruz.

Bakışın, seçimlerin vasatın dışına kaymaya görsün, normalin sopası hazır. Normalin tanrı kelamı olmadığı, kalburların en kabası ve aslında hazır/bayat bir çözüm cetvelinden ibaret olduğundan hiç kuşku duymamış, vasatımızı, vasatlığımızı doğru, haklı bilip dayatmayı sürdürüyoruz.

Karşımızdakini kendi perspektifi, nirengileri, koşulları içinde algılamak mı?

Aman ya, her şey de ciddiye alınmaz ki! Yapıştır yargıyı-vargıyı, çıkar tadını gitsin.

25 Ağustos 2024 Pazar

HADİ BAKALIM

Bir yüzme performansı sitesine göre (yaş, cinsiyet, kilo, mesafe ve zaman giriliyor) yaş grubumun hepi topu yüzde 0’ından hızlıyım. Elbette şaşırmadım. Olsa olsa suda hafif bir esintiyle sürüklenen bir Cola tenekesiyle yarışabilecek süratte yüzdüğümün farkındayım. Ama azmin elinden ne kurtulmuş!

Bu yavaşlık zaaflarımı açık ediyor. Motor hareketler söz konusu olduğunda ağır ol ki doğrusunu öğrenesin, yanlışları üstünkörü bir hızla geçiştirip pekiştirmeyesin derler. Ama tabii bu, Cola tenekesinin yüzme ömrüm boyunca tek akranım olmasına gönül indirmek de değil.

İlgiyle bellemeye baktığım videolarda ürkütücü bir gereçle tanıştım. Yüzücü şnorkeli. Bandı, yüzme gözlüğü üzerinde takılan eğik açılı, köşeli kesitli, dibinde valfli bir tahliye odacığı ile bir borudan ibaret. Ürkütücülüğü burnun açıkta olması. Zaten uyaranı da bol: Alışmak zaman (3-4 hafta) alıyor diyorlar. Ama sebata değer; nefesi böyle hidrodinamik bir destekle aradan çıkararak tekniğinizin aksayan yönlerine odaklanabilirsiniz. Meyvelerini hız ve artan çabasızlık olarak verecek.

Decathlon’un yolunu tuttum. Askılarındaki şnorkellerle bakıştık. Ufak boyları düşük kapasiteli çocuk ciğerleri içinmiş. Diğeri yetişkinlere. Bununla çalışmanın şimdilerde adıyla çok karşılaştığım VO2 max hacmini de artırdığı söyleniyordu. Bakıştık. Bir aksilik olmaz da Dimyat’a pirince giderken yuttuğum sularla denizin dibini boylamazsam kârlı görünen bir alışveriş. Bakıştık. Beli bükülmüş yalnız boru, hayalimde birden bina boyu uzanırken apartmandan kopmuş, boşluğa uzanan bir oluğa dönüştü. Üzerine de ona tutunup kopmasına neden olan bir hırsız eklendi. İmgeyi kovalayıp askıdan büyük boy bir şnorkel kaparak arkama bakmadan kasanın yolunu tuttum.

Akşam, dilim damağım kuruyana kadar sırf ağızdan nefes alıp vererek evin içinde şnorkelle dolaştım. Ertesi gün denize onunla girdim. Nefesi ağızdan alıp vermek kolay, suda açık burnunu idare etmek zor. İmiş. Yüzüstü denize uzandığım an burnuma sular doldu. Panikle doğruldum. Şnorkeli bırakıp tatsız bir yenilgi hissiyle yüzdüm.

Akşamın konusu bu boruya ne yapıp da alışılacağıydı. Alt tarafı ağızdan aldığın nefesi ağız ve burundan vermek. Videolar kısaydı ama atladığım bir püf noktası sundular. Dikey başla! Önce ağzın su altında kalsın, beynin tehlike olmadığına ikna olsun. Sonra yavaş yavaş burnunu sok-çıkar-sok. O da olunca yüzüstü suya uzan.

Bugün torbamı ve sarı tokyolarımı vestiyer ettiğim palmiyeye asıp, orduların mecbur başına geçirilmiş toy şehzade ürkek kararlılığıyla sanki kınından bir kılıç çeker gibi şnorkeli çekip çıkardım.

Hemen pes etme!

Yok, etmem.

Dikey ve dilim dilim suya girip her aşamada zaman geçirdim. Oluyor sanki.

Sıra açıyı kaydırmada. Bunda da bugünlük yeterince kafayı sok çıkar yaparak düne göre büyük, şnorkel tarihi için bir arpa boyu yol alıp kalanı borusuz ve yüzüm gülerek yüzdüm.

Bu bir peşrev, şnorkel. Bakalım hangimizin sırtı yere gelecek?

AŞIRI İŞLENMİŞ GIDA

Dondurmanın dünüyle bugününden söz ediyorduk. Artık ne süt süt ne şeker şeker, dedi. Sahlep ile meyvelerin yerinde de çoktandır yeller esiyor. Gelsin süttozu, çeşit çeşit esans, boya, kıvamlandırıcı ve mısır şurubu.

Türkbükü kadınları gibi dedim. Onca gerdirme, törpüleme, dondurma/botoks, doldurma ile ne ciltleri cilt ne dudakları dudak, göğüsleri göğüs, kıçları kıç.

17 Ağustos 2024 Cumartesi

BİLEYCİ

Önce üç tekerli hurda motosiklet belirdi. Buzda bademci ile macuncunun (sezon başında cılız bir çubuğu 100 liraydı) el arabaları arasında, eski mezarlık duvarı önünde yerini aldı. Sınıfsal temsilde bir evsizlerin (herhalde şimdilik) eksik kaldığı, görünür tüketimin ise halk plajı ile belediye kafenin dar çemberinde bile kuyruğu dik tutmaya çalıştığı böyle bir yerde gözü şaşırtan bir arz: Motorun arkasına takılı kutuya eğri büğrü kırmızı harflerle yazılana bakılırsa “kaynak işleri, bıçak bileyleme.”

Sahil boyu piyasa eden şıkıdım gençlere, beach’lere, kulüplere seğirtenlere, bütçesi çok daha düşük ama hiç değilse görünürde onlardanmış gibi salınanlara kim elinde sapı kopmuş çaydanlıktı, tencere tavaydı, körelmiş bıçaktı karışırdı ki? Nitekim bileyciye hiç bu tezgahın başında rastlamıyordum. Oturağının süngeri pörtlemiş, kutusunun arkasına iplerle sarmalanmış bir denk bağlı motor, cami avlusunda unutulmuş bir dede gibi başıboş durup duruyordu.

Bir zaman sonra bileycinin, ben denize geldiğimde kalkmış örtülerini katlayan ya da hala uyuyan plajdaki adam olduğu anlaşıldı. Buharda mısırcıdan çok farklıydı. Mısırcı, o saatlerde köprünün başındaki süslü tezgahının kenarında horultusu havayı ve bir çamaşır makinesi tamburu kadar iri göbeğini titreterek uykuda oluyor. Gün boyu başında kovboy şapkası ile kılığı kıyafeti ve herhalde işleri de yerinde ki seyyar tezgahın yanına nereye nasıl bağlandıysa bir evye ile musluğu, bir semaver ile çeşitli ıvır zıvır eklendi. O göbek ve elinden düşmeyen sigara ile güneş altında uyumaktan kazandığını harcayacak zamanı olup olmayacağını merak ettiğim oluyor.

Bileyci, motorunun arkasındaki kırmızı harfli yazı gibiydi daha çok. Silinmeye, araziye karışmaya eğilimli. Derken ahbaplar edinmeye, sabah erkenden gelen genç çalışanlarla sohbet etmeye, böyle böyle çevre edinirken özgüveni de yerine gelip kabarmaya başladı. Mısırcınınki kadar olmasa da taşkın göbeğini ileri, omuzlarını geri atarak, kollarını yana aça aça boydan boya yürürken artık tüm bu kumsal benden sorulur edası var.

Dün baktım, bütün motor, tekerlerin kenarı dahil gümüş rengine boyanmış. Aynı kırmızı, eğri büğrü harflerle yazılı iş tanımı artık bu parlak fon üzerinde, iki iş arasına da hançer ile satır arası, yine kırmızıdan bir bıçak temsili eklenmiş.

13 Ağustos 2024 Salı

YEVTUŞENKO

Hani bazen öğretmenlerin verdiği, filanca köyde kurulacak kütüphane için bağış ilanları olur ya, dedi amcam. “Çoğu insan elinden çıkarmak istediği kitapları yollar. Oysa bağış, canına dokunanı vermektir, senin için değerli olanı.” O hep öyle yapmış, en sevdiği kitapları yollamış, vermiş, dağıtmış. Öylece de yeniden okumak, sayfalarında dolanmak istediği kitapları çok aradığı olmuş, bazen yenisini almış bazen de hafızasında kalanla yetinmiş, artık elinin altında olmayanı içinde büyütmüş. Bunlardan biri de Yevtuşenko’nun Yaban Yemişleri imiş.

“Kaç zamandır aklımdaydı. Ah, olsa da bir kez daha okusam deyip duruyordum.” Derken yazlık sitelerinin ıskartaya çıkmış kitaplardan oluşma kitaplığında karşılaşınca dünyalar onun olmuş.

“Çevirmenini de (Mehmet Özgül) yedek subaylığım zamanından tanıyorum, kendi halinde, utangaç bir çocuktu. Dil Tarih’te aynı zamanlarda okumuşuz, o Rus dili ve edebiyatından. Çok güçlü bir bölümdü o zamanlar, sınıflarda bir avuç öğrenci, müthiş öğretmenler; iyi çevirmenler çıktı. Aslından ve harika çevirmiş!”

Kitabın cildi dağılmış, sayfaları sapsarı, mürekkebi solmuş. “Bir de şu puntolar! Tamam, anlıyorum, maliyet sorunu ama yaşlıları hiç düşünmüyorlar, okurken öyle zorlanıyorum ki..” Gerçekten de sıcağa karşı bambu perdelerin indirildiği odanın loşluğunda kendini zorlamaktan gözlerinin altında siyah halkalar belirmişti. Ama olsun!

“Kendimi alamıyorum. Öyle bir içine çekiyor. Sibirya’yı bir anlatışı var, insanın her şeyi bırakıp yolunu tutası geliyor!”

Yevtuşenko’yu bilmiyordum, varlığından amcamla haberim oldu.

“Aslında şairdir. Babi yar şiiri bir zamanlar dilden dile dolaşırdı.”

İnternet’te bulup açtım, verdim. Yazanı kendisiymiş gibi Ülkü Tamer çevirisini içinden taşarak okudu.

“Ülkü Tamer’i şair olarak pek tutmam ama bunu iyi yapmış.”

*

Bizim, oyuncak şımarığı çocuklar tüketiciliğindeki şıpsevdi dikkatimize karşılık amcam okuduğunu lif lif, hücre hücre, dokusuna inip duyusal bir fotosentezle özüne katarak okuyor. Şu cümlenin kıvraklığına bak diye nakşolan birini uzatıyor. İlk okuyuşta anlamadığını bırakıp geçmiyor. Şuna bir de sen baksana, diye, sulara kapılmış bir değirmenin, içinden çıkabilmek için işin mekaniğini bilmeyi gerektiren tasvirini gösterdi. Dişliler, halatlar, çarklara dolanıp tez elden pes ettim.

Uzun zamandır eskisi gibi okuyamadığını, yorulduğunu söylüyordu ama elinde bir lütuf gibi tuttuğu perişan ciltli Yaban Yemişleri ve ondan önce Macar yazar Mor Jokai’nin internetten ısmarlamamı (büyük bir işmiş gibi) rica ettiği Altın Adam’ı ile bir kez daha aşka gelmiş, kısa sürede yüzlerce sayfa okumuş.

Bundan da mıydı, birikmiş yorgunluktan mı, halsizdi bu sefer. İki günde bir verilen bahçe suyundan çiçeklere, çimen yerine suladığı yeşil otlara, sadece kendi bahçelerinde değil, komşularınkilere de olabildiğince verebilmek için borulardan ses gelir gelmez seğirttiği bahçenin gözünde büyüdüğünü gördüm. “Belki sadece şu köşedeki çiçeklere tutarım.”

Ölümle hep olduğu gibi dalga geçiyor. Ama yaşamak ağırlaşıp heyecanlar bir bir çekildikçe ölüm fikrinin hissi acaba neye dönüşüyor? Korku sanki değil, pazarlık da öyle. Aşina ama asıl şimdi tanışılacak bir şey mi?

“Bodrum’a her minibüsle inişimde Halikarnas Balıkçısı’nı hatırlarım; iki jandarma arasında Güvercinlik’ten yolu izi olmayan sürgün yerine bütün bir gün sürmüş yürüyüşünü.”

Halikarnas Balıkçısı aklına sık geliyor.

“Hastalanmış, hastaneye kaldırmışlar. 80’ini geçmiş, ah ben ölecek adam mıyım diyormuş!” deyip gülüyor. “Tabii. Üretmeye devam ediyor. Bense 93 yaşındayım! 93!” Söylemediği bir üstelik üretmeyen ile başı önüne düşüyor iç geçirirken.

Ona üretilmişin, yaratılmışın kıymetini bilmenin biricikliğini bir ayna olup göstermenin yolunu bulamamak yine kursağımda kalmış, damağımda tatlı-buruk bir tatla ayrıldım yanından.




12 Ağustos 2024 Pazartesi

DEĞİŞKENLER

 

İnsan ne kadar güçlüyse o kadar esnek

Ne kadar zayıfsa o kadar katı

Ne kadar katıysa o kadar kırılgan

8 Ağustos 2024 Perşembe

PARİS 2024

Yerdeki köpek pisliğinden müzelik sanat eserine, her şeye sayısız gözle bakılabilir, gözlerin ayarını verdiği sayısız da tepki gösterilebilir. Pek oturaklı ahkam kesenler, biraz yana kaysalar görünecek bambaşka şeylerin onları nasıl da havada bırakacağını fark edip hafif daha mütevazı olurlar mıydı? Kim bilir.

Olimpiyatlar gibi katman katman anlam, simge, statü yüklü bir faaliyette ben asıl şenliği bakışlardaki çeşitlilikte buluyorum. Seyrin seyrinde.

*

Voleybol milli takım kadrosuna son anda giren oyuncu evvelce ekip özbeöz Türk kızlarından olsa gururunun daha da artacağını söyleyip politik doğrucuları kızdırırken damardan milliyetçilere tercüman olmuş. Öz’ü hangi katışıksızlığa kadar indirmeli ki özbeöz sayılsın? Ana tarafından, baba tarafından mı, her iki taraftan mı? Ne kadar geriye? Peki ya özdeşleşme? Rayları nereye döşenmeli? Hangi istasyonlardan geçmeli?

Avustralya basınında Çin’le yarı final maçı ardından özbeöz olmayan oyuncumuzdan “Küba doğumlu Melisa Vargas attığı 41 sayı ile takımın temel direğiydi” diye söz edilmiş. Herhangi bir Anglosakson vd yayın organında nesebi gayrı oralı olanlar (belki en fazla etnik kökenleri dışında) belirtiliyor mu? Topraklarında (köklerine kibrit suyu dökülerek) kalanlar dışında kim ezelden beri bir yerli ki?

Bu ortak “yeri” coğrafyadan kültüre, zihniyete kaydıracaksak ötesini, geçmişini neden kurcalamalı?

Birbirine geçerek siyah-beyazcıların herhalde canını sıkan diğer bir bamteli de toplumsal cinsiyet. Erkek sporlarında “bayan” atletlerimizin başarısı, oğlan beklerken kızı olmuş babaların buruk sevinciyle mi karşılanıyor?  Ya onların karşısında başı dikleşen, gözü parlayan kadınlar?

Altınlarını 10’ar 10’ar sayan ülkelerle kalabalık kafilesinden bir gümüş, bir bronz madalya gelen bizim beşinciliklerle yazdığımız tarihlerle kabaran coşku.

Neye, neresinden, nasıl baktığımız, baktıkça renkten renge giren duygularımız ve bunlarla ne yaptığımız değil mi olimpiyatların hası? Sordurduğu sorular? Kirli nehirlere dalan, biz-onlar engellerinden aşan, sırığı ego çubuklarından aşıran.. sporcuların vekaleten kulaçladığı, koştuğu, güreştiği zihinlerimiz?

7 Ağustos 2024 Çarşamba

DERSLERİNE ÇALIŞMIYOR

Kafamı ve ellerimi baştan aşağı işgal eden bir işin ortasında (yaşlı bir adam için yarım yarım alınacak ilaçları bölerek diğerleriyle birlikte ilaç kutusuna yerleştirmek; kafası karışırsa diye günlük mü yapmalı, daha pratik olsun diye 10’ar günlük mü?) yanı başımda sesi beliren bir kadın içini çekerek annen de derslerine çalışmadığına üzülüyor diyor. Cevap vermiyorum. Verecek bir cevabım yok. Başımı çevirip tam arkama bakıyorum. Ufak boy yoğun bir yağlı boyadan canlanmış gibi bir görüntü: Koyu kahve, kalın gövdeli ağaçlar arasında öylece duran genç bir çocuk. İddiasız ahşap çerçevesini de göreceğim neredeyse ama bu bir yandan da bir beynin derinliklerinden yansıyan bir görüntü, farkındayım. Suskunluğum ve hareketsizlik sürerken birden kalın ağaç gövdelerinde bir dalgalanma oluyor; o ana kadar görünmeyen büyük bir üçgen parça yerden kalkarken birleşen ağaç gövdelerinin onun sonlandırdığı bir ejder kuyruğu olduğu ortaya çıkıyor, hayretler içinde kalıyorum.


1 Ağustos 2024 Perşembe

SABAH KAVMİ

Bedenim çalar bir saat. Bilemedin 7’yi 5 geçe havada bir yay çizdirdiğim çöpü fırlatıp konteynerlerin ordan kıyıya iniyorum. Karşılaştıklarım aynı. Şıkır şıkır yeniden açılan otelin efkarını memleketten uzun havalarla dağıtan kır saçlı gece bekçisi. Yolu hınca varan bir kararlılıkla adımlayan deri kovboy şapkalı Bodrum yaşlı-genci adam. Henüz açılmamış belediye kafenin masalarında gece vardiyalarını gündüz biraları başında tamamlayan kulüp çalışanları. Uzun kafileler halinde yürüyen İngiliz turistlerle peşlerinde mutlaka sokak köpekleri. (Buradakiler şanslı, herkes koruyup kolluyor, sevmeyenler de sesini çıkaramıyor. Yüz binlercesini bir de yasasıyla bekleyen hunharca kaderden şimdilik uzaklar.) Plajda geceleyen adam şezlongundan örtülerini toplamıyorsa hala horultulu uykusunda.

Denizde de aynı insanlar. Avuçlarını sıka sıka kulaç atan sarışın pehlivan az ötede. Biraz ilerde yarı beline kadar suya girip iskeleler boyu yürüyen amcayla karşılaşacağım. Dağarına bir süredir geri geri yürümeyi ekledi. Nyad adını taktığım beyaz boneli, orta yaşlı hanım tekme tokat suya girişmiş, halı silkeler gibi sesleriyle yaklaşıyor. Başını önden ve neredeyse göğsüne kadar sudan çıkararak nefes alıyor. Bu israfa azim azim birkaç tur yüzebilmek için epey kuvvetli olmalı, bakarken ben yoruluyorum. Sabah denizinin en etkili yüzücüsü egzotik bir böcek gözü gibi parlak yeşil gözlükleri olan genç. Kıyıya dik gidip geliyor. Telaşsız, hızlı.

Ben, yonttuğu kamışla verandada oturan, kumunu eleyip eleğini asmışlardanım. Yonttuğum kamış da bir enstrüman haline getirmeye baktığım yüzme. Akşamları yüzücü, antrenör videoları seyredip sabah öğrendiklerimden aklıma/bedenime yatanları deniyorum. Yüzme, düşünüp taşınmayı da içine alan topyekun bir uğraş oldu. Bugünkü deney konusu, suyu çekerken bileğini kırmamak, ön kolunu yekpare bir kürek gibi kullanmaktı. İşe yaradı. Ne sarışın pehlivan ne de Nyad ilk kez tur bindirebildi.

Ben çıkarken sonraki parti göz aşinaları suda. Köyün yerlisi adamlar kahvehane dedikodularına başlamış, onlardan bir kadın mavi bir takımla giriyor ve nasıl seviyor denizi. Cankurtaran kurtaracak can olmadığında görev tanımındaki diğer işin başında, sonu gelmez şişeleri, kutuları, ufacık (nedense) bidonlardan taşan, torbalarını kargaların deştiği çöpleri topluyor. Koruyucu figürünün Sisifos olduğu bir iş. Yarın sabah hepsi, hepimiz yeniden başlayacağız.

Rutin kimi için nankör bir ekmek teknesi. Onu rüzgar eden için de aynı’nın içinde bir yolculuk.

Sabah güneşi omuz başında, git gidebildiğine.