Köprüden körfezi geçer geçmez İstanbul trafiğe düştüm. Amazon’un bir kolu gibi, akıyordu ama ne çok, ne çok araç. Şehir şoförlüğüme bir şey olmamış. Yine de, onu seyreden yanımın ağzı açık, bu ağırlı hafifli gür araç debisiyle birlikte içlere dalıp eve geldim. Ayıklayıp yeni sakinine yer açacağım küçük eve.
Sınırlı zamanın yükselttiği manik bir enerjiyle kolları
sıvadım. TV, internet vs dikkat çelicilerin yokluğunda birkaç gün boyunca
sonunda frenime basana kadar saatler süren bir odaklanmayla kendimi elimdekine,
önümdekine verdim.
Ele, ayır, ver, at, bırak.
Sırf nesneler değil, hayatım da arka planda bu “artık
şimdi-burada” kalburunda güncelleniyordu. Bazı şeyleri (çoğunu) rahatça
salarken bazısına nasıl tutunduğumu gördüm.
Değer nedir, değersiz nedir? Önem nereden gelir?
Ne saklanmalı, korunmalı, ne bırakılmalı?
Tutunduklarım harcımda ne kadar yer tutuyor?
Beni ben yaptı dediğim geçmişi, tıpkı dijitalleştirdiğim
fotoğraflar vs gibi daha elle tutulmaz-yer kaplamaz biçimlerde (dokunulduğunda
yeniden canlandıkları yüreğimde, zihnimin labirentlerinde) ”tutmak” ile
yetinebiliyor muyum? Fiziksel varlıklarına, görüp göstermeye ne kadar ihtiyacım
var? Gözden ırak, gönülden ırak ama ne olur ne olmaz, dolaplarımda mevcut
olmalarına?
*
Aidiyetim burada olmadığım yıllarda iyice gevşemiş, küçük
evden de ayrılışımla artık adı da değişiyordu.
Yeni bir fasıl.
Bu geçiş hali, şehrin hissini alabildiğine değiştirdi.
Elde bir olmaktan çıkan İstanbul’un algısı aydınlığı karanlığıyla berraklaştı,
kontrastlar keskinleşti. Şehrin ezici gelen büyüklüğü, kalabalığı, sıkışıklığı,
cıvıl cıvıl, nefes alıp aldıran heyecan verici anlar ile iç içe geçti. Canlı renkler
ile bungun, yeknesak renkler.
*
İstanbul’un pompaladığı sigorta attıran enerjiyle evimi
ve kendimi kalburdan geçirmekle kalmadım, aynı soruları ona da sorarak şehre
dalıp çıktım.
Deniz-kara-yeraltı toplu ulaşım ağı ben bırakalı alıp
başını gitmiş. Nerelerin nerelere çabuk yoldan bağlandığına hayret ettim. Belediyenin ince işleri. Dönüştürülen silolar,
gazhaneler. Yeniden kazanılan Feshane, Bulgur Han gibi yapılar. Zengin ve
zevkli kütüphaneler. Makul fiyat, nefis manzaralı lokanta, kahveler. Upuzun
yürüyüş yolları. Güzel işler.
*
Arnavutköy köylükten çıkmış, paragöz lokanta, bitişik düzen ufak tefek kafe, yeri dar, ayaküstü lokanta ile dolmuş. Dükkanında kalabilmiş plastikçi-züccaciyeciye ayakkabı tamircisini sordum. Kapanıp gitmiş. Mahallenin uykulu, kendi halinde, kendini unutarak dalıp çıktığın havası gibi. Züccaciyeci o vaktin uzayan son demi.
Sonlarında yetiştiğim (Çağlayan sağ olsun) Salgado-Genesis sergisi olağanüstü
yoğunluğuyla ciğerlerimi açtı. Anlatım, teknik, detaylar, fiziksel ve artistik
boyut, kat kat, dalga dalga hissime, düşünceme yayıldı.
Ardından, yolun karşı tarafında, İstanbul Modern’de
önceden mimlediğim Olafur Eliasson’un Senin Beklenmedik Karşılaşman ile Chiharu
Shiosta, Dünyalar Arasında sergileri. Şehrin tesellisi, sanat. Sanat şehirde
bir hayatta kalma stratejisi. Kent yaşamının merhemi. İstiridyenin inci yapımı.
İstanbul Modern’in yeni binasından rıhtıma çıktık.
Önümüzde sur gibi dikilen dev yolcu gemisi henüz demir almış, yerini deniz ile
karşı kıyıya bırakmıştı. Poyrazın hareketlendirdiği bulutlar ışığı kısıp açarak
maviyi koyultuyor, Boğaz’ın dalgalı lacivertini yeşile çalıyor, ciğerlerimize
oksijen pompalıyordu. Hepsinin üzerine ikonik İstanbul sesleri, vapurlar, martılar.
(İstanbul’da poyraz, diriltici bir yabancılaşmanın rüzgarı. Derinleştirdiği
renklerle ışığı, temizlediği nefes bana hep doldur ciğerlerini, diyor. Kop
kalabalıktan. Ayrıl, ayrış.)
*
Bambaşkasın İstanbul. Çok güzel, arada bir. Ezici,
boğucu. Kamçılayıcı. Çoğaltıcı ve tüketici.
*
Aydınlık ile karanlık, İstanbul’da kumarbazın durmadan
kardığı kartlar gibi yer değiştiriyor, geçişip ayrışıyor, sürekli farklılaşan
bir sıralama izliyor. İnsan elinden ya da doğal, benzersiz bir anın bir öncesi,
bir sonrası kokuşmuşluk, yozlaşma, yoksulluk, vandalca bir kıyım. Çirkinin
diğer yarısı güzel. Sonra aniden tersi.
*
Kuzeye, Karadeniz’e doğru gitmedikçe bina, insan ve araç
trafiği yutucu.
Yukarılar ve Boğaz’ın henüz kemirilmemiş bitki örtüsü,
çağından sıyrılan zaman dışı bir İstanbul sunuyor. Kalan yeşilde güz alacası,
buraların sükuneti, az sesliliği, son
bir iki gün ilaç gibi bir kapanış sundu.
Bitti.
Damağımda poyraz sonrası gibi taze bir tatla ayrıldım.