İstanbul ve eski, çok eski mermerleri. Belediye otobüsündeyim. İneceğim yere (rüyalarda birkaç kez geçtiğim Boğaz’ın Anadolu yakasında olmayan bir yan yol) çok yaklaştığımızı fark edince aceleyle kalabalığı yararak ön tarafa ilerlediğimde görüyorum. Şoförün yanından yükseliyor! Pürüzsüz, mükemmel bir kumlu gri mermerden, tarihi eserlerdeki gibi devasa bir fil payanda. 4-5 metrelik çapıyla anca düşlerde bir belediye otobüsünün içine girebilir ve işte burda! Algımı bir anlığına dolduruyor sonra yerini inme telaşıma bırakıyor, kenarından sürtünerek kapıya zar zor ulaşıyorum.
Bela şehir trafiğindeyim.
Levent kavşağından köprüye gideceğim. Alt geçidin betonunu kaplayan süt
mermerler dikkatimi çekiyor. Çekmeyecek gibi değil. Hiç görmediğim bir
alfabeden mermere işlenmiş bir harf bir panelin üst kısmında bakanı çarpıyor: 8’i
andırır biçimde, üst ovali alttakinden daha küçük ve kısa, yatay bir çizgiyle
ondan ayrılan düşey bir mekiğe benziyor. Direksiyonda olmalıyım ama dikkatimi
bu yoğunlukla çekmesiyle artık direksiyonda filan değil de ağzı açık, kenetlendiği
bu şeyde gözü kalarak kayan bir yaya şimdi.
Trafik, keşmekeş, kokusu
neredeyse burnuma gelen bulanık göğüyle İstanbul’da sele kapılmış bir teneke
gibi sürüklenirken bu mermerler art arda karşıma çıkmaya başlıyor. Bembeyaz, o
vakte dek el değmemiş. Üzerlerinde yazıtlar ama gel de seç, gittikçe artan bir
grafiti gürültüsü altında kalıyorlar. Birini (eski Yunanca mı?) çözdüm
çözeceğim derken üzerine uzayıp giden bir şiir püskürtülmüş. Grafiti bir file
gözüm takılıyor. Yarım insan boyunda, tanrı Ganeş’e benzetilmiş sanki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder