Göç vakti geldi. Petri kabında bir bakteri kültürü iştihası ile ben el attıkça çoğalan çıkınlarımı yükledim.
Meteorolojik rivayete göre gök gürültülü sağanaklar
bekleniyordu, tatlı bir güz havasında yola koyuldum -gerçi yolda son seferden
beri bir kez daha zamlanıp 40 Perişan Türk Lirasına dayanan benzin almak için
durduğum istasyondaki genç kadın pompacı, Milas’ta gece kıyametler koptuğunu
söyledi. Mutlu bir ifadeyle “İlk kez mis gibi uyudum” diye ekledi.
Yatağan yoluna vurduğumda trafik sakinledi. Yeri güzel,
yerleşimi yürek ve göz deşen Kale, Acıpayam, Korkuteli boyunca tenhalık da, tatlı
hava da sürdü. Bir ara şöyle bir atıştıracak olduğu kadarı da kirine bir kat daha
eklemekten öteye gidemediği arabayı ucuz maskarasını ağır göz yaşlarının
akıttığı bir kadın yüzü bulamacı haline getirdi.
Dağdan aşağı, Antalya düzlüğüne inerken ta yukarılarda
toplanır gibi olan bulutlardan başka değişen bir şey yoktu. Birden ısınıp nemlenen hava dışında tabii. Klimayı açarken gözüm GPS’e takıldı. 17 km
kalmıştı ama varış 57 dk sürecek görünüyordu?! Yavaşça çoğalan şehir trafiğinin
düşündüreceği şey değildi, üzerinde durmadım. Nitekim bir göbekten dön dediği uzunca
bir ara yol neredeyse boştu. Varış tahmininin birden daha da uzadığı an Hanya
ile Konya’yı anladım. Donmak üzere bir magma akışının içine düşmüştüm.
Benim fink attığım Antalya tek ana girişi, iki de ana
çıkışı olan uzunca bir sindirim borusundan ibaretti. Doğudan gelir, Lara’ya girer
(bir büyücek otel ile tek tük pansiyonları, yazlıkları vardı), uzunca bir yol
alıp şehre varır, avuç içi merkezinde konaklar, etrafında bir iki yere uzanır, kıyıda
Kemer ya da içlerde Korkuteli tarafına devam ederdin. Yıllar sonra ilk
gelişimde benzeri her yer gibi şaşırıp kaldığım bir obez midesine dönmüştü bu derli
toplu, yaşanabilir ölçekli, sevimli yer. Her yöne yayılmış, eklenenlerle kat
kat yığılmış, onca lüzumsuz yağ tabakasını beslemek için metrelerce uzayan
kılcal damar ağları misali yollar, sanki önden düşünülmeyen sorunlara çözüm
taşımak üzere arkadan koşturmuştu. Alt geçitler, üst geçitler, göbekler, ordan
burdan yan yollar, daha daha kıvrım büklüm yol, köprü.
Bu spagettiye bulanmayayım diye kalacağım yeri Lara’dan
seçmiştim. Sigara dumanı gibi dağılıp gitmiş geçmişten bir imge olarak kalan
Lara’dan. Fiyatları birkaç bine fırlamamış bir yer bulmuş, iyi işte doğruca
giderim demiş ve meğer ne yaman çuvallamışım! Karış karış ilerleyen üç şeride
yan yollardan sürekli yeni lava ekleniyor, GPS tahminini ileri doğru
güncelledikçe güncelliyordu.
Kendimi bir Opet/Aygaz istasyonuna attım. Pompacıya yolu
da sordum. Uzun uzun yüzüme baktı. Çok düşünceli bir hali vardı. Neden sonra patlamalı
bir cümleyle nereye gidiyorsun tam dedi. Söyledim. Tükürüğünü toplar gibi durdu
yine. Sonra gözlerini yuma aça, mısır patlatır bir patapatayla başladı.
Kekemeymiş. Yan yollardan, göbeklerden, kanal boyundan söz etti. Ödemek için
içeri girdim. Tuvalet hizmet dışıydı, arabaya şöyle bir basınçlı su tutsam,
böyle orman kaçkını gibiyiz olanca kiriyle o, yolda rüzgarın birbirine kattığı
saçlarıyla da ben ama hayır, o bölmeleri de çalışmıyordu şu an, bari biriken
puanımı hesaptan düşün, o da bu şubelerinde olmuyordu. Hırlayarak (sonra da
dönüp bir kaşımı kaldırarak kendime bakıp “Oradaki kızcağızdan ne istiyorsun
ki?” diyerek) çıkıp fişi uzattığım benzinci, olanca gayretiyle “Anladın değil
mi?” diyerek tarifi tekrar etti. Burada bulduğum bu beklenmedik destekle
duygulanarak teşekkür ettim. Kızgınlık, gerilim insana kolayca unutturuyor.
Sezar’ın hakkı Sezar’a. Daima.
GPS pompacıyla aynı görüşte değildi. İkircikli bir
yönlendirmesinde yanlış tarafa, birden boşalan bir artere çıkınca hemen toparlayıp
günün bu alakasız vakti tam bir cinnet haline gelmiş trafiğe beni geri soktu.
Kaza mı vardı acaba? Belki yol yapımı? Ama hayır, emin olamadığım son bir
dönüşte (yanlış idiyse bunun da dönüşü kim bilir daha ne kadar sürecekti?)
vardığım “akıllı göbekte” işin aslına uyandım; her yönden trafiğin aynı çılgın
yoğunlukta olduğu bir yerde bu göbekler kilitlenmeye davetiye! İşte, hemen karşımda;
herkes, mutat, aynı anda girmeye çalışıp akışı kilitliyor.
Birden bir yan yola saptırdı. Daha akıcı gibi. Derken
ondan da ayrıl deyip olmadık bir yan yola daha ve kanal boyundaydık. Benzincide
sormamış olsam kuşkuya kapılır, aynı anda da nerede olursa olsun, bir yerlere
kımıldayabileyim de derdim. Daracık bir topraktan yeni terfi etmiş asfalt
yoldu. Bir yanı doğrudan kanal, diğeri seraların hendekleri. Karşıdan gelen
minibüslerle balkon parmaklıklarında karşılaşan kediler gibi geçiyorduk. Artık
kalan km sayısı, sürenin biraz altındaydı. Oraya dön, buraya dön ve Lara’ya
geldik!
Burada caddeler, sokaklar geniş ve boş. Eski Lara’nın
ferahlığından kalan bir şeyler olmuş demek. GPS’in “Hedefinize vardınız!” buyurduğu
yer ise toz toprak bir arazi. Ağzım açık bakınırken ucundaki araba yıkayıcısına
sordum. Basınçlı suyun şamatasında ağzının kenarıyla şurası diye kafasıyla işaret
ettiği toprak açıklıkta park edip oradaki apartmanın havuzuna giren aileye
sordum. Şurası diye yan çitin öte yanını gösterdiler. Girişi ne orada, ne arka
taraftaydı bu yerin ama en azından böyle bir yer vardı demek, bir de nasıl
ulaşacağımı buldum mu Kaf Dağına vardım demektir! Sokağa dönüp çitin ardındaki,
lokantayı andıran yerdekilere sordum. Burası dediler, kapı az ötede.
Kendimi deniz kazazedesi gibi attım, kapı kartımı alıp
asansörsüz 3.kat odama tırmandım.
İnternette bulduğum ehven yerler arasında en iyisiydi. Makineleri
(buzdolabı, klima) ile yoğun bakım hırıltı ve homurtulu ama insan gürültüsüz.
Akşamın yedi buçuğunda serildim, ezan avazıyla fırladığım derin ve uzun bir
uykuya yuvarlandım.
Zarif çözümler
NOT: Sabah beni beklenmedik bir kahvaltı büfesi
karşıladı. Yumurtanın her halinin yanı başında çok lezzetli bir brokoli
salatasıyla başlayan her çeşit kahvaltılık sebze ve bol yeşillik. Kahve gibi
kahve, çay gibi de çay. Salamı, sosisi, açması, poğaçası ile kahvaltı eden
tabii ama yükte hafif, pahada ağır şeyleri tercih edenlerin de düşünülmesi ne
güzel olmuş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder