Amcamları (dilerim sadece) bu sezonluk son ziyaretimdi. Onu her seferinde daha da iyi görmek ne güzel. Çöküşün belirgin olduğunu, artan takatsizliğini söylese de içim gözümün gördüğüyle sevinmekten yana.
Bu defalık beni bekleyen sorular yoktu. Daha çok şiir
ağır bastı. Fazla bir şey ummadan bana da sevdirmeyi dilediği şiir.
“Hayatımın birçok dönemecinde beni ayakta tutan şiir
oldu. Ankara, Hergele Meydanında bir otelde kalıyordum. Köhne bir fukara oteli.
Üst katlar öğrencilere ayrılmıştı, 5. katta bir odada. İnsanın içini karartan
bir yerdi. Bir gün birden bir şiir aklımdan akmaya başladı; hafif yelde
dalgalanan soluk perdeler.. Silkindim! Beni anlatıyordu. Bu döküntü odada
kederimle tek başıma değildim, yalnız değildim, bunu yaşamış başkaları da
vardı. Derin bir oh çektim ve o gece huzurlu, deliksiz bir uyku uyudum.
“Şiirleri üstelik de kolayca ezberlerdim. Dağarımda belki
60-70 olmuştur.”
Hâlâ da epeycesinden irice parçalar orada. Ama harcı
eskiyen havuz mozaikleri gibi aralarda dökülüp gitmiş de nice dize, sözcük,
doğruluğundan emin olamadıkları da var.
Yeniay eşliğinde akşam yemeğinin sonlarına gelmiştik ki “Senden
ricam şu şiirin 3 ve 4. dizelerini bulur musun” deyip başladı:
Telefona tuşladım, cevap pat diye geldi:
Lewis Allan mahlaslı birinin linç kültürü üzerine
şiiriymiş amcamın teatral okuyuşuyla daha da ürpertici olan Strange Fruit.
(Billie Holiday’in bulduğum sesinden dinletmek isterdim ama hiç hoşnut olmadığı
işitme cihazlarıyla.. https://www.youtube.com/watch?v=-DGY9HvChXk)
“Şiirler..” diye dalıp gitti. “Köyde, aysız geceler
Yılmaz amcanla kanal boyu yürürdük. Elektrik olmadığında yıldızlar çoğalır,
sonsuzluğa bakarsın. Evler geride kaldığında Yılmaz, ‘Hadi efendi, başla’ der,
ben de ezberden şiirler okurdum. Çıt çıkarmadan dinlerdi.”
Bu sefer her zamankinden sık şiirler mırıldanıyor, bir
sözcükte takılıp yüklü bir engellenmişlikle yeniden, yeniden alıyordu. Kitap
okuyamaz olmuş, “Beni ayakta tutan bunlar” diyordu.
Ve azmi. Sabah erkenden kalkıp ufak bahçesinde ot
yoluyordu. Sığ toprak bir yandan, susuzluk diğer, çim yetiştirmekten vazgeçmiş,
yerlilerin topalak dediği arsızları yolup tavşankulağı vb yeşillere yol
veriyordu o da. “Hiç değilse yeşil olsun.” Akşamüzerleri de 5 dakikası
bastonsuz, 10 dakikalık yürüyüşler. Dengesi kırılgan, nefesi sığ, olsun,
zorlayabildiği yere kadar.
*
Oyunumuz benden geldi. Artık fotoğraf çekmiyor musun,
dedi. Pek çekmiyorum dememle kendimi yalanlayacak bir dürtüyle gözüm not kağıdı
olarak kullandıkları eski takvim rulosunun hipnotik göbeğine takıldı. Fırlayıp
çektim. Sadeleştirdim. Gösterdim. Ne olduğunu çözemedi ama hayran kaldığını
söyledi.
“Ne deriz şimdi buna?”
“Bilmem. Adı gelmedi.”
Çok geçmedi, o da geldi. Önce İngilizce.
“Beauty in random order.”
“İşte!” diye heyecanla ellerini iki yana açtı. “Harika!
Diyorum ya, sen İngilizce düşünüyorsun! Peki Türkçesi?”
“O da gelir” deyip bıraktım. Düşünerek bulamayacağın
şeyler bunlar. Olmadık bir anda düştü:
“Aranmamış güzellik.”
Gözü gösterdiğin şeyi gören bir insan ne kadar aşka getirici! Sen misin fotoğraf çekmiyorum diyen, peş peşe yakalar oldum. Kahvaltı
çanağımı hazırlarken soyup attığım salatalık, domates, biber kabuklarının üst
üste düşüşü, pazar dönüşü mutfak tezgahından kaptığım acı biber demeti. Hepsi
aynı diziden: Aranmamış Güzellik. Gösterdiğimi görüp heyecanlanmasında toprağımı
çapalayan ne kadar gencecik, yaşsız bir enerji. Bu sabah da verandanın ferforje
parmaklığına dolanan yaseminle büyülendik birlikte.
“Adını siz koyun.”
“Yok, o beni aşar” deyip bir süre sonra mahcup bir
denemeyle “Dancing?” diye önerdi.
“Çok güzel! Tam öyle. Organically Entangled peki? Organically’de
bir kelime oyunu var; hem canlı hem de bir şeyin özüne ait, özünden gelen
anlamında.”
“Gören sensin. Şu dolambacın güzelliğini görür,
etkilenirim ama ben bu kadar derinine inemem.”
Söylediği az şeymiş gibi! Keşke 92 yaşında bir çıra ile
tutuşmaya hazır bir heyecan barındırmanın ne müthiş olduğunu da ona
gösterebilsem..
*
Bu sabah kahvaltının sonlarında içini çekip gülerek L’Ultima
Cena dedi. Boş baktığımı görünce “Şu son yemek. Ne diyeceğiz? Öğün?”
“Bu mevsimlik son.”
“Yok” dedi tatlı bir gülüşle, “Nihai son. Acındırmak
filan değil ama sona geldiğini hissediyorum, biliyorum.”
Yol ağzına kadar eşlik ederek biraz ötedeki arabaya binip
önlerinden geçene dek bekledi.
El sallayarak uzaklaştı dikiz aynamdan.
(Mevlana Rubailer’den. M. Nuri Gençosman çevirisiyle. O
kitabın benim de hatırladığım nefis baskısını babamdan almış ama bıraktığı
tavan arasında fareler yemiş. Çok hayıflanmıştı. Ezberden okuduklarından:
Seslenmek hünerdir
Ses alıp vermek kolay
Yol gösterecek bir, geçecekler bin alay
Yüzlerce yıldızdan güneştir göz alan
Bin bir oka hız verir
Gerilmiş tek yay)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder