George Orwell’in Notes on Nationalism / Milliyetçilik Üzerine Notlar’ı yazıldığı 1945’ten beri tazeliğinden bir şey kaybetmemiş.
Altını çizdiklerimden:
“Milliyetçilik” ile kast
ettiğim, birincisi, insanların böcekler misali milyonlar, on milyonlar halinde
büyük bir güvenle “iyi” ya da “kötü” olarak yaftalanabileceğini varsayma
alışkanlığı. İkincisi -ki bu çok daha önemli- kişinin tek bir ulus ya da başka
bir birlik ile özdeşleşerek kendine iyi ve kötünün ötesinde bir konum biçme ve
onun çıkarlarına hizmet etmekten başka görev tanımama alışkanlığı.
*
Milliyetçiliği
vatanseverlikle karıştırmamak gerek. İki sözcük de normalde öyle muallak
kullanılıyor ki herhangi bir tanımlama sorgulanmaya muhtaç fakat ikisi arasında
ayrım gözetmeliyiz zira iki farklı, hatta karşıt fikir söz konusu.
“Vatanseverlik”ten kastım, insanın dünyada en iyisi olduğuna inandığı belirli
bir yer ve yaşam biçimine bağlı olmakla birlikte bunu başkalarına dayatmaya
arzu duymaması. Vatanseverlik doğası gereği hem askeri hem kültürel olarak
koruyucudur. Milliyetçilik ise güç arzusundan ayrı düşünülemez.
*
Başka bir nesneye
aktarılan milliyetçilik, günah keçisine de yapıldığı gibi insanın kendi
davranışını değiştirmeksizin kurtuluşa erme yoludur.
*
Gerçeklik karşısındaki
kayıtsızlık. Bütün milliyetçiler
benzeşen olgular arasındaki benzerlikleri görmeme gibi bir güce sahip. Bir
İngiliz muhafazakar, kendi kaderini belirleme hakkını Avrupa için savunurken
bunda hiçbir tutarsızlık hissetmeksizin iş Hindistan’a geldiğinde karşı
çıkacaktır. Edimler kendi başlarına değil, kimin yaptığına göre iyi ya da kötü
sayılır. İşkence, rehin alma, zorla çalıştırma, toplu sınır dışı, yargısız
hapis, tahrifat, cinayet ya da sivillerin bombalanması; hemen hiçbir tecavüz
yoktur ki “bizim” tarafımızca işlendiğinde ahlaki rengi değişmesin.
*
Milliyetçi kendi tarafının
gaddarlıklarını kınamamakla kalmaz, bunlara kulak bile vermemek gibi kayda
değer bir yetiye de sahiptir.
*
Dünya son derece karmaşık
bir biçimde kesişen sayısız yanılgı ve nefretle kıvranıyor. Bunların en meşum
kimileri henüz Avrupa’nın bilincine vurmuş bile değil.
*
Mesele şu ki işin içine
korku, nefret, kıskançlık ve güce tapma girdiği an gerçeklik algısı zıvanadan
çıkar. Daha önce de dediğim gibi, doğru ile yanlış algısı da öyle. Hiçbir,
kesinlikle tek bir suç bile yoktur ki “bizim” tarafımızca işlendiğinde göz
yumulmasın. Suç işlendiği inkar edilmese, kişi bunun başka durumlarda kınadığı
aynı suç olduğunu bilse, fikren haksız olduğunu kabul etse bile yanlış olduğunu
hissedemez. İşin içinde sadakat vardır, merhameti susturur. Sözünü ettiğim
milliyetçi sevgi ve nefretlere gelince, hoşumuza gitsin gitmesin, çoğumuzun
yapısının bir parçasıdırlar. Bunlardan kurtulmak mümkün müdür, bilmiyorum.
Fakat mücadele etmenin mümkün ve bunun özünde ahlaki bir çaba olduğuna
inanıyorum. Bu her şeyden önce kişinin kim olduğunu, gerçekte ne hisler
beslediğini keşfetmesi ve kaçınılmaz önyargısını dikkate alması sorunu.
Rusya’dan korkuyor, nefret ediyor, Amerika’nın zenginlik ve gücünü kıskanıyor,
Yahudileri hakir görüyor, İngiliz yönetici eliti karşısında kendinizi aşağı
hissediyorsanız bu duygulardan sırf düşünce gücüyle kurtulamazsınız. Ama hiç
değilse bunları beslediğinizi kabul eder, düşüncelerinizi zehirlemesini
önleyebilirsiniz. Kaçınılmaz ve siyasi eylemde belki gerekli de olan duygusal
dürtüler gerçeğin kabulü ile yan yana olmalıdır. Ama bu, tekrarlıyorum, ahlaki
bir çaba gerektirir ve çağdaş İngiliz yazını, zamanımızın bütün önemli
meselelerinde boy gösterdiği kadarıyla pek azımızın bu çabaya hazır olduğunu
ortaya koymakta.
(Üç denemenin yer aldığı
bu derlemede diğer ikisi, milliyetçiliğin farklı uzantıları olarak Britanya’da
Antisemitizm ile Sportmenlik Ruhu.)
*
Milliyetçilik de benlik
algısının uzantısı değil mi? Ben ve benim! hükmünün? Dinine küfredilen,
küfrettiğini söylediği kişiyi neden çekip vurur? Büyüklüğüne inandığı din bir
tanrı kulunun öfkeli, cılız savunmasına ihtiyaç duyduğu için mi? Yoksa onun
dini söz konusu olduğundan mı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder