27 Nisan 2022 Çarşamba

KISA BİR KAÇAMAK -3

Kıyısından geçerken insanın içini karabasan gibi daraltan beton çölü İzmir’e Urla’dan sonra artan trafikte hazırlanmaya başladık.

Geniş bir kordon boyu olan Güzelyalı, yolun kara tarafındaki bakımlı apartmanlarla alımlı görünüyordu. (Bu izlenimim az sonra çaylarımızı içerken düzeltilecekti. “Sen bakma öyle göründüğüne; arka tarafları yamaç ile o binalar arasına sıkışmış, ışıksız ve havasız, tıklım tıkıştır.”) Trafikle birlikte üst geçitler, yonca kavşaklar, iç içe geçen çevre yolları yoğunlaştı. Dikkat çekmek için kıvranan kuleler arttı, sanayi tesislerinin burnu dibine gelen yerleşim iyice sıkılaştı. Navigatör bizi sağa sola döndüre döndüre içeri çekti. İzmir’in yer adlarına aşina olduğumuz çekirdeğindeydik. Basmane, Konak, Kültürpark. Geniş, düzgün bulvarlarıyla dışından ummayacağın bir ferahlıkta kalmış. Sonra başlı başına ve yeni (galiba) bir şehir olan Bayraklı’ya daldık. Ankara’nın Ulus’unu, Kale’ye çıkışı hatırlatan yokuşlar, daralan yollar.. Sonu ne olacak derken yeşil kalmış bir tepeye tırmanmaya başladık. Hengame geride kalmış, boş bir alan.

“Bu yeni adresleri GPS’siz bulduğunu hayal edebiliyor musun?”

“Eskiden GPS mi vardı?”

“Yoktu ama şehirler çok daha basitti.”

Artık seyrüsefer konusu, obez bir gövdenin yağ tabakalarını kat eden damarlar misali, plansızlığın iyice karmaşıklaştırdığı bir yollar ağı.

Ve tepedeki siteye vardık.

Bizi çok sıcak karşılayıp kutladılar. Evlerine daha önce gelenler bile kayboluyormuş. İlk seferinde kaybolmadan ulaştığımız için. Bir iki saate kadar olacakları bilseydik..

Evin anneannesi Gülin’i görmeyi çok istemiş. Yanında Oya Baydar’ın Erguvan Kapısı duruyordu. Kalın bir kitap. Aydınlık, sevecen, esprili, ne hoş bir insan. 96 yaşındaymış ama kısa zaman önceye kadar evin idaresini, mutfağı kimseye bırakmamış. Şimdiyse hayatını giderek kısıtlayan yaşlılık ve sağlık sorunlarıyla bilgece barışık. Babamı hatırladım.

Anılar yad edildi, göçmüşler anıldı. Nefes alan, aldıran bir aile, içim açıldı.

Şehir sorumu onlara da sordum: “Enerjinizi tazelemek, negatif birikimi atmak için ne yapıyorsunuz burada? Egzozlarınız neler?”

Güldüler. Ailenin 40’ına merdiven dayamış oğlu, kendimizi evlerimize atıyoruz, dedi. “Kafamızı anca orda dinleyebiliyoruz. Bir de evinde huzursuzluk olanların hali duman tabii.”

Yenilenmenin kabuğuna çekilmek olduğu bir şehir hayatı. Kim diyordu kentler milyonluk nevrotik insan fabrikaları diye?

Akşam olmuştu, izin istedik. Fatuş, kızıyla önümüze düşeceklerini, bize otelimize kadar yol göstereceklerini söyledi. Oteli bilmiyorlardı, google’da baktılar, nasıl gidileceğini kararlaştırdılar. Onlar önde, biz arkada yola koyulduk.

Düşüne taşına seçtiğim ikinci oteldi. Şehrin merkezinde her yere en fazla 1 km uzakta, demek Kordon’a yakın (“Eşyamızı atar, sahilde yürürüz”). Adı da ferah: Marina İzmir.

Navigatör elimdeydi. Onun dediği hiçbir şeye uymadan gidiyorduk. Bir bildikleri olmalıydı. Basmane Garının önünden yeniden geçtik. Geniş bulvarları, büyük meydanları geride bırakıp kendimizi bir anda Ankara (eski) Altındağ benzeri Kadifekale eteklerinde bulduk. Kargacık burgacık sokaklar, yoldan yürüyen (kaldırım mı vardı), önümüze atılan insanlar, kedi köpek, bisiklet, mobilet, minibüs. Gülin gerildikçe gerilirken sokaklar iki arabanın yan yana geçemeyeceği kadar daralıp dikleştiğinde gerilimi yerini paniğe bıraktı. Gelen geçene bağırıyor, kornaya asılıyor, düz vites arabayı çarpılmadan ilerletmek, kaydırmadan kaldırmak için ter döküyordu. “Kaldık! Kaldık burda!” En sakin sesimle yatıştırmaya baktım. “Merak etme. Böyle düğümler oluştuğu gibi çözülür. Kimse yolda kalmaz. Bırak Fatuş’ları, biz bir aşağı inelim, kendi başımıza arayalım.”

Etrafa baktım. Suriye mahallesindeydik! Tevekkeli değil, iftar vakti olmasına rağmen insanlar çok daha telaşsız.

Aşağı, bulvara inebildiğimizde Fatuş önümüzde durdu ve kuşkumuzu doğruladı: GPS’le geliyorlarmış ama kaybolmuşlar. Hiç bilmedikleri yerlermiş kan ter içinde geride bıraktıklarımız. Onları yolladık. Marina Oteli ilk benzincide sorduk, bilmiyorlardı (eyvah, hiç hayra alamet değil). Yanımızdan geçen taksi şoförlerine, kapısında durduğumuz başka otellere.. Bilen yoktu. Telefonumun şarjı tam o sırada bitti. Önümüze düşmesi için taksi de bulamıyorduk, iftara az kalmış. Sonunda biri durdu, google’dan bakarız deyip yola koyulduğunda Basmane Garı önünden üçüncü geçişimizdi. Çok geçmeden sağa çekti. Yolun karşısını gösterip orada görünüyor ama buradan arabayla geçiş yok, siz gerisini bulursunuz dedi ve gitti.

“Oteller bölgesinde” bir gece kulübünün önünde kaçak park ettik. Gülin’i arabada bırakıp fırladım. İkinci daldığım otelde resepsiyondaki çocuk çok yardımcı oldu. Önündeki ekranda oteli buldu, telefonunu da yazıp verdi. “Aslında çok yakın, sadece bilmeyene ulaşımı zor.” Döndüm. Oteli arayacaktım ki Gülin’in telefonunun da şarjı bitti. O rahatlamış, gerilme sırası bana gelmişti, beni sakinleştirdi.

Aynı adanın etrafındaki son dönüşümüzde sağır dilsiz bir değnekçi önümüze atıldı ve bizi otoparkına çekmeye çalıştı (şimdi düşünüyorum da, kılık değiştirmiş Hızır olabilirdi pekala). O kadar yorgun ve umutsuzduk ki dediğini yaptık. Oradakiler Marina’yı biliyordu. Hemen iki sokak arkasıymış. Gerçekten merkezi ama tek yönlü sokaklarla bir labirentin ortasında. Arabayı bırakıp eşyamızı aldık, telefonlarımızın şarjını izledi izleyecek enerjimizin sonlarındaydık. İki saate yakın süren debelenişin ardından kendimizi deniz (şehir) kazazedesi gibi otelden içeri attık.

Artık halimize gülebilirdik.

Biz yola çıkalı mevsim iki günde değişmiş, yaz gelivermişti. Yanımızda polar ceketler, rüzgarlıklar, sıcaklık şehirde 28 dereceyi bulmuş. Duş kurtarıcı, uyku onarıcı, dalıp gittim.

*

Sabah perdeleri açtığımda karşıda çürük bir diş gibi dikilen üç katlı metruk binanın korkuluksuz çatısındaki çardak ve altındaki derme çatma oturma köşesiyle burun buruna geldim. Otelin internetteki tanıtımında adı geçen “şehir manzarası” buymuş demek. Gülin de kalktı, baktı ve gülme krizine kapıldı. Kapılmayacak gibi değildi.



Tazelenmiş, kahvaltı edip sağ salim bizi bekleyen arabaya döndük. “Kaçan kurtulur!”

Navigatör bizi hızla şehrin dışına çıkardı. Otoyolda derin bir nefes aldık.




Hep yanından geçerim, hiç gezmemiştim. Magnesia’ya ne dersin, dedim.

“Hadi gidelim.”

Bütün bildiğim büyük bir İyon kenti olduğu ama ne kadar büyük olduğu hakkında da bir fikrim yokmuş. Artemis Tapınağı ile kutsal agora bahar örtülü geniş bir alana yayılıyor. Dolanıp kahvesine oturduk. Gülin ilgisini çok çeken ibikli kuşu bekçiye sordu. Bir tür ibibik cevabını aldı. (Değilmiş. Sonradan araştırmaya devam edip “tepeli toygar kuşu” olduğunu öğrenmiş.)




Levhalarda rekonstrüksiyonunu gördüğümüz stadyumun yerini öğrendik. Arabayla gidilse iyi olacağı kadar uzaktaydı. “Tel kapıda zile basın, açılır.” Gördüğüm en iyi durumda kalmış stadyum Aphrodisias’ınki ama büyüklük olarak Magnesia’nınki ondan hiç geri kalmıyor. İS 1-2. yy’dan ve 30 bin kişilik. Bugüne ulaşan epeyce bir kısmı en üstteki kemerli galerisine kadar da ayakta. Localar, aşağıda korumaya alınmış kabartmalar. Görkemli! Sırf bunun için gelmeye değermiş.







Belki Labranda’ya da saparız diyorduk ama güneş altında bu kadar zaman yetmişti. Bir de Güvercinliğe, onun yeni keşfettiğim koyuna uğrayalım deyip yola koyulduk.



*

Gülin’le zaman içinde o şehir senin, bu ülke benim, birlikte çok gezdik. Yol arkadaşlığımız ayakta eskitilen terlik gibi rahat bir yoldaşlık olmuş. Nasılsan öylesindir, o da öyle, istedikleriniz istemedikleriniz, ilginizi çekenler dünyanın en doğal şeyiymiş gibi uyuşur. Yol da keyifle, keşiflerle akıp gider.

Baktım da, bu hissi hiç kaybetmemişiz.

*

Fotolar için:

https://photos.app.goo.gl/U2H9xbAtGGo7mJL2A

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder