Gülin iki haftalığına geldi. İzmir’e, yaşlı bir yakınımı ziyarete gidiyorum, hadi gel, birlikte gidelim, dedi. “Hem Karaburun’a, Beco’ya da uğrarız.” İçim şöyle bir durdu, sonra havalandı.
Depoyu neredeyse Belçika
fiyatına doldurup yola koyulduk.
Herakleia’yı ister misin,
dedim.
“Tabii. Sen nereye dersen.”
Kırdık Kapıkırı’ya. Doğum günümden bu yana doğa canlanmış, kalıntılarla sarmaş
dolaş köyü bahar çiçekleri, gür çayır çimen kaplamış. Kadınlar agora meydanına
çıkmış, el işleri tezgahlarını açmış. Onlardan birinin söylemesiyle geçen sefer
denemediğim Athena tapınağına silme papatya arasından çıktık. Karşıki kayalık
adacığa kurulu manastırıyla Bafa gölüne daha yüksek, başka bir açı sunuyor.
Kıyıya indik. Su girildi girilecek kıvamda. Geri gidip Türk dönemi kalesini
gezdik -arkeologlar harıl harıl çalışıyordu. Mevsimle birlikte dışa dönerken
ısınıp renklenen yerden pek mutlu ayrıldık. Aralarına yeşilin, ekili tarlaların,
hayvanların dolanıp otladığı çayırların serpiştirildiği dev modern heykelleri
andıran kayalıkları hayranlıkla seyrederek yola döndük.
Şoför Gülin’di. Yolcu
olmak güzel bir değişiklik. Kullanırken fark etmeyeceğim şeyler göre göre
uzanıp gitmek.
Kalacağımız iki oteli
internette dolana bakına ben ayarladım. Fiyatını vs de gözeterek tabii ama galiba
adlarına tav olup özene bezene seçtim. İlki, ismi ve ünlü olduğu söylenen dört
mevsim rüzgarıyla hayal gücüme çok şey vaat eden Mordoğan’daydı. Zeytinli Konak
Butik Otel. Fotograflarda biraz uzaktan deniz görüyordu. Urla’dan sonra iyice
rahatlayan trafikte Mordoğan’a geldik. Navigatör elimdeydi. Daha içeri,
yerleşime sapmadan “Hedefiniz 300 m ileride, sağda” deyince afalladım. Onca yer
arasında bir yol kenarı hanı bulmuşum. Sahibe karşıladı. “İki tek yatak
ayırtmıştınız.” Evet. Peki madem der gibi bomboş otelde bizi üçüncü katta, yola
bakan bir odaya gönderdi. Ayrı yatakları olan tek odaları buymuş. “Kocamla bir
hata yapmışız, herkesin bizim gibi çift olduğunu düşünmüşüz..” Temiz pak,
yatakları rahat, duşu gürül gürül sıcak sulu, personeli ilgili -Rusça şiveli
bir kadın hoş geldiniz böreği ve çayı getirdi- asansörsüz, yol gürültülü ve
bağırtkanca rüküş bir yerdi. (Adındaki “zeytinleri” de bir süre arandıktan
sonra bunların girişteki toprak küplere saplanmış birkaç daldan ibaret olduğunu
anladık.) Denize ne kadar uzak olduğunuysa çıkıp uzun S’ler, kıvrım büklüm C’ler
çizen sokaklardan yürümeye koyulduğumuzda.
“Şuraya bak! Evleri
arsaların içine kafalarına göre yerleştirmişler..” Her açıdan, müteahhitlerin
aklına esmiş, keselerin yettiği her biçim, renk, malzeme ve tamamlanmışlıkta,
evet. Burada yaşarken gözümüze batsa da artık yerimizden sıçratmayan şey,
dışarıdan geleni çarpıyor.
Bir süre sonra ıssız
sokaklarda birilerini bulup deniz daha uzak mı diye sorduk. Orada burada arsa
içindeki evler seyrelmişken oldukça eski, yerleşik görünümlü bahçeli evlerin
sıralandığı sokak içlerinin yanından geçmeye başlamıştık. Kendi halinde, derli
toplu, oturmuş. Belki 70-80’lerden? Çirkinliği bile mütevazı, “yuva” duygulu.
Son 20-30 yılın çiğ site arsızlığı, iddiasından uzak. Hakiki. Kıvrıla büküle
yürümeye devam etmemiz söylenince geri döndük. Hava kararıyordu. Ufak bir keçi
sürüsünün başındaki adama buranın iskelesine nasıl gidileceğini sorduk. Ters
yönde birkaç kilometre varmış. Kafasına peştamal dolamış, konuşması ofis tınılı
biriydi. Sütü için mi besliyorsunuz dedi Gülin sürüyü gösterip.
“A yok. Bunlar benim
değil. Ben sadece otlamaya çıkarıyorum. Aslında emlakçiyim. Ama hipertansiyonum
vardı. Baktım yürüyüş, hele bunlarla çok iyi geliyor, şimdi ben çıkarıyorum.
Şifa bunlar! Tansiyon filan kalmadı.”
Ayrıldık. Gülin
kahkahalarla gülmeye başladı. “Böyle acayip hikayeleri ancak bu memlekette duyarsın!”
Zaten fazla olmayan trafik
beklediğim gibi akşamın erken bir vakti kesildi ama kesilmese de kolayca
yuvarlanırmışız uykuya.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder