Güzel bir güne uyandık. Duru, bahar. Karaburun’a giderken Kaynarpınar’a uğramamızı tavsiye ettiler. “Küçük iskelesiyle hoş bir koydur.” Dönüşte yarımadanın diğer tarafındaki eski yoldan gelmek de vardı “ama galiba pek iyi değildi o.”
Elimde ayna gibi tutarak
Gülin için yorumladığım navigatörün 150-100-50-10 m içinde sapın dediği yerde
yolun bariyeri ve şarampol devam ediyordu. Aletin aşağıda kıvrılan eski yola göre
konuştuğu anlaşıldı. Böylece Kaynarpınar’ı kaçırdık ama aklımıza da not düştük.
Yol çam, zeytin, maki
kaplı vadiler, koylar, açıklardaki adacıklarla hareketli bir kıyı şeridi arasında uzanıp
gidiyordu.
Gülin “Ne güzel, buraları bakire
kalmış” dedi bir kez daha. Düzeltmedim. Yapılan düşünüldüğünde bakire
aslında daha yerinde: Söz konusu olan deneyim değil, ırza geçilme değil mi?
Olmadık yerlerde bekaret bozulmuş, yamaçlara beyaz bir heyelan gibi siteler
yığılmış. Araları şimdilik açık ama çok geçmeden kaçınılmazca sıklaşacak.
Burada kat sınırlaması da yok -ya da istisnası çok. Ufacık koylara azman azı
dişleri gibi enli boylu binalar dikilmiş. Yine de doğa görkemi ve
sessizliğiyle ağır basıyor.
Arkadaşımız Behzat da çok
konuşmamanın ağırlık kazandırdığı biri. Sabahları okul grubunda iyi günler
diler. “Günaydın ciğerler.” Arada bir taşı gediğine oturtur. Çocukları kediler,
köpekler olan, merhameti bunlardan taşan, sağduyu, vicdan atfettiğim “iyi bir
insan.” Karısıyla (“Hilal’im”) Karaburun’un tepelerinde köy evi yapmaları epey
sürmüştü. Müteahhit kazığı ardından kendileri tamamlamış. Ama ne güzel olmuş!
Sebze, meyve bahçecikleri içinde, sırtında dağ, dik bir yamacın tepesinden denize,
Midilli’nin bir ucuna, açıklı koyulu siluetler halinde sıralanan adacıklara,
neyin ne olduğu seçilmeyen kıyı şeridine, insanın içini acıtacak kadar güzel
rengiyle denize bakan bir taş ev. Adını da gönüllerindeki yeri ayrı bir kedilerininki koymuşlar. Giren çıkan, devamlı kalan, yeme içmeye uğrayan kedilerle hareketli.
Kahvemizi Behzat yaptı.
Hilal de bizi köy kahvesine götürdü. “Siz manzarayı bir de oradan görün!”
Gerçekten de, biraz daha yukarıdan, soluk kesici bir bakıştı. Hemen altımızda
selvilerin, çamların koyu gölgeli yeşiline gömülmüş mezarlık. “Yatana da oturana da ne
kadar huzur sunan bir yer!”
Gidecek yerimiz çoktu,
daha fazla kalamadık. Gülin hayıflandı. “Beco ile konuşamadık..” Belki daha
kalsak da konuşamazdık. Behzat anlatmayıp dinleyenlerden. İnsanın kendi
içindeki, gevezeliğinden fırsat bulup ortaya çıkamayan pusulasını, doğal
bilgeliği yansıtmaya elverişli, sakin bir ekran.
Sonraki durağımız Barbaros
köyüydü. 23 Nisan dolayısıyla ortalık bayraklar, dışarıdan gelenlerle daha da
şenlenmiş. Köyün her yerinde karşımıza çıkan geleneksel “oyuk”lar, bin bir
kılıkta yapılmış kadın-erkek-çocuk suratlı bostan korkulukları başlı başına bir
renk. Taş evleri, büyücek meydanı, kahveleri, arada şehirlilerin açtığı öteberi
dükkanları ile hâlâ köy, Barbaros. Gelenler artarken ayrılıp şaşıra sora Alaçatı
yoluna koyulduk. Navigatörün de kafasının karıştığı anlardandı. Seçeneğimiz
varmış, içerde tepelerden ineni deneyelim dedik. Kimseyle karşılaşmadan
(dublesi ve yenisi varken eskinin yüzüne kim bakar) hayli uzun bir süre bakire
yerlerden geçtik. En fazla ekili alanlar, tarla bahçe ile inşaatsız topraklar.
Ilıca’da kavuştuğumuz denizle birlikte art arda siteler de başladı. Ama çoğu
eski usul; iskeleler, beach’lerle oynanmamış, işlenmemiş kıyılar, arada kayalık cepler, sazlıklar, kumullar.. hoşumuza gitti.
İkimiz için de yeni olan
Alaçatı’ya vardığımızda iyiden iyiye acıkmıştık.Girişte adı güncel politik
çağrışımından ötürü itici gelebilecek Avrasya lokantasını istedi Gülin. Turist
kafilelerine hızlı servis sunan yerlerden. Büyücek, standart. Fakat
yumulduğumuz yemekleri, tatlılarından çok memnun kaldık.
Ve daldık araç trafiğine
kapatılan “asıl” Alaçatı’ya.
İki yanında taş evler (kapıları, cumbaları, nice ince ayrıntı), dar sokaklarda başta fazla bir kalabalık yoktu ama biz dolanırken ortalık da hareketlenmeye başladı ve yazın bir de sıcakla gelen ezici insan trafiğine dair caydırıcı bir fikir verdi. Nerdeyse evden çok bar, kafe, lokanta vardı, hepsi de işletmecilerini eli böğründe bırakmayacak müşteriyi çeker görünüyor. Alaçatı bu haliyle dedikleri kadar dizi dekoru havalı. Ortalıktakilerin çoğu genç.
“Kayda geçiriliyor mu acaba bu
evler?” dedi Gülin. “Korunmaları gerek!” Tam da duvarına rengarenk eski
kapıların sıralanıp satıldığı bir sokağın yanından geçiyorduk. Bıkkın, “Sen ne
diyorsun?” dedim, “burası Ayasofya’nın imparatorluk kapısının kilidini kırmış
insanların ülkesi!”
Alaçatı konusunda
bekaretimizi kaybetmiş, arabaya döndük. Çeşme’ye vakit kalmamıştı. İzmir’e, Gülin’in
bizi bekleyen akrabalarına anca yetişecektik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder