İrice bir parça tulumdu. Bittiğinde, dedim,
yola koyulacağım. Hayatımın yeni faslına doğru, Bodrum’a.
Dün bitti. Eşya katır kadar güçlü ve çilekeş
Felix’e yüklenmeye hazır, çayımı alıp verandaya çıktım. Ayaklarımı parmaklığına
uzattım. Doğanın hızla hükmünü yerine getirdiği, bizim de ne yapacağını pek
bilemeyen yabancılar gibi (bilgisizlik, saygı ve tembellik karışımıyla) kamçımızı
şaklatmadığımız yabanileşen bahçeye, köşesinden görünen Batı koyu parçasına
daldım. İncir ağacında gagalamadıkları yeni olgunlaşmış meyveyi o küçücük
gövdelerinden yükselişine hep hayret ettiğim bir güçle birbirlerine ötüşen arap
bülbüllerine, hışırdattıkları kalın yapraklarda oynaşan sabah ışığına.
Sonra çayım elimde, iskeleye indim. Gecenin
çiğiyle nemine aldırmadan ucundaki tahta banka kurulup seyrime denizi de katıp
devam ettim. Su sadece ışıltısıyla görünür olduğu kadar saydam. Güneşin kareler
halinde düşürdüğü ışıltılarla hareketlenen taşlı zemin üzerinde sürüler halinde
oraya buraya kuyruk kırıvererek yön değiştiren ufak-daha az ufak renkli-renksiz
balıklar..
İçinde olman da şart değil, kendini
bıraktığında seni senden azad eden deniz.
Şükranım derinleşirken kalktım, senenin buradaki
son kahvaltısına doğru eve döndüm.
*
Bu yolu 30-35 yıllık bir aradan sonra ilk kez
iki yıl önce Alanya’ya kadar yapmıştım. Kıvrımları yeni yol ve tünellerle çokça
uzatılmış Yeşilovacık-Gazipaşa arasını, ilk şokumu son gelişimde atlattım
sandığım Alanya’yı geçtim. Alanya-Antalya arası benim fink attığım vakitler tek
tük turistik tesis dışında boştu. Boşluğu kalmamacasına dolmuş bulmak beni burada
da tuhaf etti. Bir zamanların uykulu kasabası Manavgat’ı 200 bin küsurluk,
standartlaşan ruhsuzlukta derme çatma bir yerleşime (taşıma, saçılıma?)
dönüşmüş bulmak. Yol ve trafiği.
Ve milyonu aşmış nüfusuyla Antalya! Vay ki vay.
Kalacağım yere gelip (zaten sakat yön duygumla
ama daha iyi olsa bile içinden çıkamayacağım yeni yol ağıyla Google rehberliği
sağ olsun!) yerleştim. Kendimi dışarı atıp akşamüzeri ışığında Konyaaltı
boyunca 3-4 kilometre yürüdüm. Bütün bir falez kıyısının dönüştürüldüğü zengin
ve gür yeşilli şeride hayran kaldım. Bol bank, çayır çimen, sahilin, şu eşsiz
uçurum konumunun seyrine varacağın teraslar. Denizin güzelim menekşe mavisi ve
falezin bu ışıkta sarı-kızıla yumuşamış kayaç rengi. Kaleiçi’nin için kötü olup
başını yana çevirmeden bakabildiğin (ne kadar nadirleşen bir şey) yapıları. Kitlesel
ve Kütlesel Çirkinleşme Öncesi.
Güneşi aşağıda, yat limanında batırıp eski
şehirde dolandım.
Hadrian Kapısının orada, turistlerin tıkınma
sokağı (Fressgasse) dediği geçide kıvrıldım. Dönercilerin, kebapçıların
ardı ardına sıralandığı pasaj, daha seçeneklenmiş, çeşitlenip yayılmış. Birinde
oturup hiç fena olmayan bir yemek yedim.
Gökte ömrümün yeni faslına el eder gibi asılan
yeni ay eşliğinde yolu geri yürüdüm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder