Ve kadın, matadoru sıcak
suyla masmavi boya dolu küvete soktu. Çifteyi adama doğrultmuştu. Matador artık
yalnızca bir matador değil, şarkı söyleyen mavi bir matadordu. Böyle yazıyordu
afişinde. Afiş arenanın sırtına yapıştırılmıştı: Duvarın tepesinde kafalar,
kafaların üstünde de fırlatılan şapkalar görülüyordu.
Film bitti.
Yazılar çıktı.
Yerimden kalktım.
Televizyonu kapamadım. Elektrik sobasının birbirine eklenerek uzatılan
kordonlarının arasından geçtim. Pabuçları sakınarak gölcüklü bir yolda yürür
gibi. Yemek masasında çay fincanımı gördüm. Yarısı doluydu, unutulmuş. Altından
ekmek kırıntılarını sıyırıp dudaklarımı dokundurdum. Sıcak olması gereken soğuk
bir sıvıydı. Ölüyü öpmeye benzettim. Dolandım. Gazetenin dağılmış sayfalarında hafta sonu bilmecesini aradım. Bulamadım. Lavaboyu ovdum özenle. Uzun uzun.
Suyun altına tuttum ellerimi. Aynada gözlerime baktım. Aydınlıktan gelen
sesleri dinledim. Kadın çocuğu azarladı, adam kadına bağırdı. Daha aşağıda bir
radyo açıldı. İbre, prazitlerle kötü bir aşk şarkısı arasında gitti geldi. Radyo
kapatıldı. Başka bir derinlikten tabak çanak takırtıları yükseldi, bir an su sesine
boğuldu. Bir güvercinin kanat hışırtısını diğerininki izledi. Gölgeleri buzlu
camın çizgilerinde grafikleşerek saçağa kondular. Çikolata kutusunun jelatinini
yırttım. Bir tane aldım içinden. Buyrun. İki tanesini tuttum. Bayattı. Dibi
içine göçmüş. Elimde kalan yarısında beyaz lekeleri dikkatle seyrettim. Diş
izleri arasında korku ve heyecanla şişman kurtçuklar aradım. Yoktu. Şöminenin
yanında ölü yapraklardan bir öbek oluşmuştu. Yavaşça gözlerimi kaldırdım,
kaldırdım.. Pütürlü duvardan saksıya ulaştım. Kırık kenarına ve bitkinin
dallarına nihayet. Neredeyse çıplaktı. Saydamlaşan soluk yeşil dallar, kalan
yaprakları doyuramayacaktı. Şöminenin yanında bir ya da iki öbek daha, sonra
elveda Yağlı Hasan.. Hüznüm dalların rengindeydi. Soluk yeşil. Elveda Yağlı
Hasan. Telefon çaldı. Açıldı. Kapatıldı. Ayakkabılarımın tozunu aldım.
Hayvan, ipin öbür ucundaki
adamın çevresinde birden hızlanan ağır çemberler çiziyordu. Bazen duruyor,
başını iyice eğip ön ayaklarından biriyle yeri eşeliyordu. Yavaş, kararsız,
sinirli. Bazen arka ayakları üzerinde şahlanıyor, yelesi bir yandan ötekine
yatıyordu o zaman. Sonra devam ediyordu dönmeye, dönmeye, dönmeye. Siyahtı.
Açığından adeta, tırıs, dörtnal biniciler geçiyordu. At yükseldiğinde eyere
düşen, alçaldığında havaya fırlayan kötü biniciler. İzlemesi çok eğlenceli bir
aksilik. Gövdeleri hayvanınkiyle birlikte devinen ifadesiz yüzlü, mağrur sırtlı
iyi biniciler.. Garson bir an pencereyle arama girdi. Garson ceketi rengi
ceketi seyrime perde gibi indi. Siyah, bordo ya da beyaz, bilmiyorum. Tuzluğu
devirdim. Su şişesine çarptı. İkinci kez sorduğu sorusunu yanıtladım. Tabağı
önüme koydu. Çekildi. Çitlerle çevrilmiş alanın kenarında hâlâ yemyeşil çimler
vardı. Çıktım. Hava ayaz, gübre, ter, saman, ızgara balık kokularıyla
şeritleniyordu. Akordeon çalar gibi kah soluğumu tutup kah ciğerlerimi
doldurarak yürüdüm. Çakılları tekmeledim, ıslık çaldım: Yaşamımın Güneş
Işığısın. Soktum ellerimi cebime, boyası dökülmüş tahta bir banka oturdum.
Başımı eğdim, toprak zeminde boğuklaşan tok adım seslerini dinledim. Hadi
yavrum’ları, sağa çek-sağa çek’leri. Kaldırdım başımı, küt mahmuzlu çizmelere
baktım. Kısa, sert hareketlerle gövdelere vurup çekilişine, seğiren sağrılara
ve sarı dişlerin arasından sarkan bulanık dillere, akan salyalara, havuç uzatan
ellere, kalkan kuyruklara, daha düşerken tüten at pisliklerine. Çocuğu seyrettim.
Çite dayanmış, atları seyrediyordu. Sadece atları, biliyorum. Kımıltısız.
Tutkuyla. Sonra sırası geldi. Bindi. Fırlattı, kenara attı kamçısını. Eğildi,
atın boynunu okşadı. Bezgindi at. Çocuk ürkek. Güneşte ışıldadı saçları,
uzaklaştılar.
Hafta sonu bilmecesini
buldum. Dokunmadım. Bir bardak süt yaptım. Çay yaptım. Kestane yedim. Sigara içtim.
Karardı hava. Televizyonun ışığı duvarlara yapıştı. Komşu evlerin duvarlarına.
Mahallenin duvarlarına. Kısıldı, açıldı, açıldı, takıldı öylece, söndü, parladı
birden. Çoraplarımı yıkadım. Kitap okudum. On sayfa. Yirmi sayfa. Bir fincan
daha çay. Otuz sayfa. Kapadım gözlerimi. Devrilen bisikletin dönüp duran ön
tekeri imgesinin tadını çıkardım. Eğrilmiş olmalıydı anlatılan teker: çıkır çıkır
bir ses çıkarıyordu.
Adam, eroin tutkunu
kardeşini kurtaramadı. Soluk soluğa odaya girdiğinde yatak alevlere gömülmüştü
bile. Sakal bıraktı. İzledi katilleri, buldu, öldürdü.
Yazılar çıktı.
Bitti film.
Yattım.
Yitik bir gün.
Işığı kapadım.
Aralık 85
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder