Seyrediyorum. O yanım, kaygı ile loşluk arasında tizleşip
pesleşerek uzayıp giden bir nota gibi. Kendisi olarak işitilmediğinde de
varlığını hissettiren neredeyse kesintisiz bir fon oluşturuyor. Bir
sindirimsizlikten geri kalan mı desem, insanın içini hiç sivrilmeden oymayı iyi
bilen bir ruh kazıntısı mı? Usul usul nahoş.
Bu fon ve arkasındaki dinamo algıları kendi tonuna
boyuyor. Loşlaştırıp boşlaştırıyor. Hayatı tutunması zor, cilalı, dik açılı bir
yüzeye çeviriyor.
Algılar ve dünyaya onların ardından bakış bir saydam
(diyapozitif) projektörüne benziyor. Projektörü fişe taktığınızda verdiği beyaz
bir ışıktan ibaretken saydam çekmecesini yuvasına yerleştirdiğinizde perdeye
ardı ardına bunların içeriği yansır ya. Kalabalık bir aile toplantısının
sesleri kulağa geri getiren şenliği. Fırtınalı bir deniz. Kapıdan çıkacakken
yakalanmış bir yüzün yüklü ifadesi. Dağlar tepeler, sokaklar, evler, iç ve dış.
Algı, düşünce ve hisler de birbirinin ardı sıra belirerek
zihnin başka türlü dingin, uyanık, engin yatağında sahneyi-perdeyi kapıp aynını
yapıyor, dünya alem ve duyumsanacak olan bundan ibaretmiş hissiyle insanın
içini kendisiyle kaplıyor. Sürdüğü sürece hayat o: Sevinç, heyecan, korku,
endişe, sevgi, itme.
Bazen, belki dönem geçişlerinde algı objesi değişse de
oluşturduğu duygu fonu sürüyor. Terazinin bir kefesi.
Onu bir yana eğildikçe eğilmeye bırakmak insanın gücünü
emiyor. Şevk, ilgi, merak düşerken kayıtsızlık ve uzaklaşma isteği artıyor.
İşte o vakit terazinin karşı kefesini hatırlamak gerek.
Diğerini boşaltmaya, ıslah etmeye hiç çalışmadan karşı kefeye ağırlık taşımak.
Aydınlığı hatırlayarak, olumluyu vurgulayarak, döne döne.
Aynı insana/şeye bu iki kefe ardından baktığımda gördüklerim
ve tepkim geceden güne dönüyor.
Ağırlığı bir kefeden ötekine verdiğimde fonun iç
oyuculuğu bile açılıyor da yerini bu diyapozitifler panayırının ötesindeki
geniş alana bırakıyor sanki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder