30 Temmuz 2017 Pazar

O AZGIN KÖPEK İLE

Bir adım geri çekiliyorum. Dizginlerimi elinden çekip tepkiselliğimi dışından seyrediyorum. Nedeni, gerekçesi, hedefi, anlattığı hikaye, olay yorumu.. Hepsini bir kalem geçip bedensel hissini, gücünü, şiddetini bir meyvenin ilk kez tadına bakar gibi tadıyorum.

Tetiklendiği an zincirini şakırtıyla gererek çitin dışına hamle eden azgın bir köpek gibi.

Göğsümü sıkıştırıyor, hançeremi.

Daracık bir boruya sıkıştırılmışım sanki. Bu sıkışmışlığı da tepesini attıran her ne ise ondan bilip öfkesinin haklılığına daha da inanarak bir de öyle köpürüyor.

Dünya o sırada nasıl da bulanık, donuk bir imgeden ibaret.

Bu halin ele geçirdiği suratım gözümde canlanıyor. Karanlık. Çirkin. Kötü.

Hop eden bu yanımla bir olup ortalığı (çokça kendimi) kırıp geçirmek ile onu bir hortum gibi gelip geçmeye bırakmak, ardından zafer ve ferahlık hissiyle derin bir nefes almak arasındaki kıldan ince, saniyeden kısa köprüdeyim. Yazdığıma göre ikincisi oluyor. Ama bazen de çıkışı (tetiklenen tepki ve harekete geçme arasındaki o kısacık –ama uygulamayla uzatılıp sıklaştırılabilir- anı) kaçırıp fokurdayan sulara yuvarlanıyorum elbette.

Tepkiselliğe bu yaklaşımım yalnızca kendi koşullarımdaki değişimler dolayısıyla olmadı. Toplumsal olarak da kronikleşen, kansere çevirmek üzere olan bir ziyan bu; bir durup başlı başına ele alınmak, anlaşılmak için gümbür gümbür bağırıyor.

Haberlere, Facebook paylaşımlarına maruz kaldığım an zincirini şakırtıyla geren o azgın köpek, çitin ötesine doğru hamle ediyor. İri, sarı dişleri haklılığına inançla, saldırı-savunmayla bilenmiş, hırlıyor, sadece hırlıyor. Kendi kimyasından başka bir şey değiştiremeden, ortamın bozuk kimyasına böylece katkısını koymaktan başka şey yapmadan uzlaşılmış bir çaresizliğin kudurmuşluğuyla paslı zincirinin ucunda tir tir.


Onu orada bırakıyor, öfkesiyle kendimden geçmek ile geri çekilip neler olduğuna bakmak arasındaki seçim anına dönüyorum.

29 Temmuz 2017 Cumartesi

28 Temmuz 2017 Cuma

İSİMSİZLER

Gelen önerileri bir yana bıraktım. Kedi ile yavruları benim için isimsiz kaldı. Asıl kediyi, anayı tizden pese kıvranarak açılan, gıcırtı, inilti karışımı metalik, hayvani bir sesle çağırıyorum. Bununla bazen küçük bazen kızım diye sesleniyorum, bazen kelimeleri bütün olarak bile kullanmıyor, harf ya da hece eksiltiyorum ama hiç önemi yok çünkü kedi sese karşılık veriyor –ok gibi kopup geliyor.



Başı hizasına eğilip burnumu burnuna dokundurmak gibi bu; insanı biraz kenara itip daha dolaysız bir iletişim kurmak.

Suratının, bedeninin su gibi bir akıcılıkla şekilden şekle girerken beni de çağrışımdan çağrışıma sürüklemesine bakıyorum da.. kaplan yürüyüşü, çita hamlelerine, kulakları, bacakları, gözleri, bıyıklarıyla ara ara tavşan, timsah, aslan, vaşak, Mısır kedisi, fok, yılan ve mitolojik varlıkları andırışına, izlenimlerin kademeli geçişli saydam gösterisinde gibi yerlerini birbirlerine bırakışına.. isim koymuş olsam ifadesindeki değişimleri aynı doğrudanlıkla algılayabilir miydim diyorum.



Çünkü isim elimizde bir tür kemende dönüşmüyor mu? Bir iki heceyle bir insanı, varlığı kavradığımız yanılsamasına? Sonra da bu yanılsama ardından bakmıyor, böylece kim bilir nice taze an’ı ve gürül gürül sürekli değişimi kaçırmıyor muyuz? Arkadaşım Seda dediğimde o Seda, bu insanla kişisel deneyimimin bir şey ifade etmeyecek kadar ortalanmış, sıradan, yavan bir özetine indirgenmiyor mu?



Görüşümü perdeleyen bir isim kediyle arama girmediğinde onu bir ırmak olarak izliyorum.


Bundan da derin bir zevk alıyorum.


24 Temmuz 2017 Pazartesi

TAKILIP KALMIŞ

Yerlere atılmış çöpleri toplaya bidonlara ata kıyıya gelmiştim ki yanık bir çalıya takılıp şişe söne çırpınan beyaz plastik torba dikkatimi çekti.

Düşündüm.

Karşılıklı kabul ve saygıya dayalı bir sistemde davranışlarım sistemi korumaya yönelik olur. Örnekler ve yaptırımlarla buna teşvik edilir, tersinden caydırılırım. Kendim yerine sistemi kollarım, bana da sistem arka çıkar. Böylece, sözgelimi torpil bulup kuyruğu atlatmam, sıra bana gelmeden başkalarının da benim önüme geçmeyeceğine güvenirim. Ayakta/hayatta kalabilmek için kimseyi itip kakmam, ucunun dönüp dolaşıp bana dokunacağını bilir, kendime istisnalar yaratmak için sistemi kıyı köşesinden kemirip kevgire/nalıncı keserine çevirmeye kalkışmam. “Hadi abi, bu seferlik” gevşetmelerinin sonunun, termitlerin yediği bir kütük misali, adabından başlayıp hukukuna, adalet anlayışına dek bütün bir yapıyı çürüteceğinin farkında yaşar, davranırım.

Aslında ne kadar daha kolay böyle bir ortak kabulde yaşamak. Alternatifine (ayakta kalmak için eze çiğneye etrafla tepişirken bütünlük, ortaklaşalık algısına hiç şans vermeyen şu gürültülü, kaba saba, sinsi, kirletici, güzelleşemeyen, dinginleşemeyen var kalma biçimine) kıyasla ne kadar daha az enerji, sürtüşme, incinme, yıpranma demek.

Şu beyaz torbayı hiç düşünmeden savurup atan kişi tipi, iliklerine işlemiş duyarsızlıkla işin kolayına kaçtığını sanırken gerçekte nasıl bir yokuşa sürüyor kendini, bok çukuruna yuvarlıyor..

Beyaz torbaya, onu atana ve bunlarla birlikte yaşayan kendime içim sızlarken düşünmeye devam ettim.

Ama herkesin doğruluktan uzaklaşıp eğrilerek oluşturduğu bu tuhaf, rahatsız denge süre giderken sen doğrulduğunda bütün bir eğri yapının altında kalmaktan korkarsın. Tek başına kalmaktan. Çiğnenmekten. Uzun vadede evet, delinmemiş kurallarla yaşamak elbette daha kolay ama insanların önce ve sadece kendilerini ve kendilerinden bildiklerini düşünmeyeceği kadar güvenini kazanacak böyle bir sistemi tesis etmek? Buradan bakıldığında o kadar uzak görünüyor ki. O vakte kadar da çiğnenme korkusu meşru.

Böyle bir “Ben kendimi kurtarayım da” anlayışı/kurnazlığının bizde bireycilikle uzaktan yakından alakası olmadığı gibi tam tersine sürü dürtüsüyle birlikte olması yangına körükle gidiyor.  Bireyler değil, kabileler halinde itişip dürtüşüyoruz. Öte yandan, bireyleşmenin olamadığı bir yerde bir de sistemsizlik daha da kıyıcı bir hale gelecekken belki de bu (ailevi, ideolojik, kültürel, dinsel) kabileleşme, kimsenin kimseye ilişmediği yansız bir düzene sorunlu da olsa ikame sunuyor.


Sana da, kafileler halinde gelip yaygılarını serdikleri gibi arabalarının sonuna kadar açtıkları teyplerinden oyun havaları sıcağa saldırırken debelene yuvarlana pislete gününü gün edenlerin saçtığı çöplerden devede kulakçıklar toplamak kalıyor.

19 Temmuz 2017 Çarşamba

MINTIKA TEMİZLİĞİ

Mesaj geldi. O öğleden sonra site yönetim kurulu üyeleri eşliğinde çevre ve mıntıka temizliğine tüm yöre sevenleri bekleniyormuş. Vaktinde gittiğimde beş altı işçi ile genç site müdüründen başkası yoktu. Sonu gelmezken durmadan yoğunlaşan bu işi canla başla yaptıkları için şükranlarımı sundum. “Siz toplayın, gelenler atsın, saçsın savursun!” İçimde alevlenerek yükselmeye hazır kızgınlığı hissettim, gemini takıp bir ortaklık duygusu yaratacak kadarını saldım, sustum. 

Müdür ince eldivenleri dağıttı. Battal kara torbalarıyla işçilerin yanında yürüyecektim. Torbaları yüklenecek traktörle birlikte işe koyulduğumuzda site sakinlerinden orta yaşlı bir iki hanım, ardından genç-yaşlı bir iki erkek ve çevre duyarlığına örnek olunacak biri bayağı ufak, bir o kadar da çocuk kafileye katıldı.



Çalılara takılmış, diplerine birikmiş kağıt-plastikten başladık. Araziyle beraber kavrulmakta olan atıklar, el attığın an un ufak olan ince plastik bardaklardan formunu en büyük inatla koruyan döküntüye, çeşitli gevreklikte uzanıp gidiyordu.

Bir süre sonra gruptan koparak içlere yürümeye başlamışım. Eğil, çalılara, kumlu toprağa dokun, elin ve ayaklarında dikenleri hissederek sıcağı emen haşin bitkilerin arasından harareti kusan plastiği, tenekeyi ve hiç değilse geldiği yere dönecek kağıdı topla. Seni takip eden işçinin kara torbasına at. Devam et.



Yaşadığı kıyıda elinde hep torbayla dolanan bir kadının haberini okumuştum. Çöp gördüm mü dayanamıyorum diyordu: “Ne anlamı var diyenlerin sorusu anlamsız geliyor, toplayabildiğimi toplayayım istiyorum.” O zamandan beri aynını yapmak hep içimde ama altında flüt çalıştığım bir çamın etrafı dışında uygulamaya geçirmemiştim.

Başta temas, duyularımı harekete geçiren bu iş bir yandan da transa yakın bir akış kazanırken kadının haklı olduğunu hissettim. Sonu yokmuş, devede kulakmış, aldırma, yapabileceğini yap sen! Ayakları yere bastıran, ya hep ya hiççiliğe derman mütevazı, temiz bir çaba.



İşçinin uyarısıyla diğerlerinin yanına döndük. Kadınlardan biri hamaratça çalışırken etrafı kirletenlere de ateş püskürüyordu. Biz ve onlar. En etkilisinden topluluk harcı. “Sonra da Korsan koyuna (kapalı kadınların kendilerine ayırdığı küçük koy) gidip hep birlikte denize girelim! Onlardan tek kişi gelmiş mi, bir bakın! Sadece atmayı bilirler!” Çöpleri toplarken karşıtlık saçıp hisleri kirletmek. Topluluk ruhuyla birlikte ayrışmayı da pekiştirmek. Ama o vakit iletişimin, etkileşimin, müzakerenin yerini zorunlu olarak güç almıyor mu? El değiştirene kadar gücü yetenin düdüğü ötmüyor mu?



Erkekler sessizce çöp topluyordu. İşçilerse çalışma zamanlarının epey bir kısmını alan bu nankör işi kanıksamış, şikayete bile isteksiz.

Kadın söylenmeye devam etti. Laf sokma, taşlama, kızgınlıkla üzerine yürüme.. Bağcı dövme sanatının bin bir yolu.

Konserve kutuların peşinden yamaca doğru uzaklaşıyordum ki turuncu kolluklarıyla haşemalı genç bir kadın gülümseyerek yaklaştı, toplamaya katılmak için torba sordu. Döndüğümde yoktu.

Çöplerin niteliğindeki hızlanan değişimi düşündüm. Eskiden (beş on yıl kadar öncesine dek) kıyıya sıkça petrol vurur, ayaklarımıza, üstümüz başımıza bulaşırdı. Artık olmuyor. (Neden? Denetimler mi arttı, yoksa tıpkı artık tepemizde mekik dokumayan uçaklar gibi gemilerin de mi rotası değişti?) Onun yerine gittikçe ufalanarak deryalaşan plastik atakları var. Deniz bununla yükleniyor.

Yasak olması gerekirken (sit alanı) kurulan kampın yanından kıvrıldık. Ağzı bağlanıp öylece bırakılmış, dallara düğümlenmiş bir yığın torba. Burulup atıldığı yerde paslanan teneke kutular, plastik-plastik-plastik şişeler, o bu.

Zihin akışımın da doğa ve takılıp kalan çöpleri andırdığını fark ettim. Parçalı, kesintili, kah otomatik kah farkında. Fraktal.

Ter gözeneklerimden fışkırıyordu ama tempoyu kapmıştım, daha bir iki saat böylece gidebilirdim. Gitmedim. Kafile Korsan koyu yoluna döndüğünde ince eldiveni sıyırıp ayrıldım.


Bir saat sonra denize indiğimde temizlediğimiz yerde taze atıklar belirmişti bile. Koyun ağzındaki kayalıklarda çöpler için yakılan iki ateşin keskin dumanı batı rüzgarıyla kıyıya vuruyordu.


Çöpler ile doğa. Atanlar ile toplayanlar. Pislik ile duruluk. Bakışı ve gönlü kucaklayıcı bir enginliğe ulaşmışların dediği gibiyse hepsi bir imiş. Sağ el ile sol el gibi aynı bütünün parçası. Böyle duyabilmenin nasıl olacağını hayal etmeye çalışarak suya girdim, dumanların ters tarafına yüzdüm gittim.

4 Temmuz 2017 Salı

BÖYLELİK

Sıcaktan dibine kadar yanmış kibrit çöpü gibi hissettiğim bedenimi yakındaki koya attım. Bazılarının ağzı bir zahmet bağlanmış çöp torbalarını arabalarının yanında bıraktıkları gibi geldikleri yere dönmeye hazırlananların, yaygılarından çok daha geniş bir çevreye yayılan pılı pırtlarıyla birazdan aynını edecek piknikçilerin, çocuk bezinden paslı şişe kapağına, cam kırığından kova küreğe iri ve balıkların suyla birlikte yuttuğu, bizim de balıklarla birlikte mideye indirdiğimiz ufalanmışlıkta zibilin arasından geçtim. Çığlık çığlığa kalabalığın arasından suya girdim.

Züppe, içimde kıvrıldığı yerden ağulu başını kaldırdı. Bu kirletici, gürültülü, arsız güruha bulaşıcı bir şeymiş gibi uzaktan uzaktan burun kıvırdı. Refleksi bu, yapacak bir şey yok. Yok, bir şey var, onun filtresiyle yetinmemek.

Yerleşik koşullanmalarımız önüne geleni kendi resmine uydurmaya çalıştığı, uymadığında 2 yaşındaki çocuğun ateşli isyanıyla yaygarayı kopardığı vakit Olan’dan kopuyor, iki boyutlu resmimizin bir köşesine sıkışıp kalıyoruz. Gelsin “Ah o eski günler!” o vakit. “Ayaklar baş oldu şekerim”ler, “Ama haksız mıyım?!”lar, “Medeniyyet” veya “Çağdaş uygarlık” diye başlayan diskurlar.

Tepki veren bu yanınla özdeşleşmeyi bırakıp, o tepkisini her zamanki gibi vere dursun, serbestleşerek genişleyen bir açıdan baktığında “Ee?” diyorsun.

Cevaplar sular seller gibi geliyor. Gelişmişlik, kültür, görgü, estetik, adam olmazlığımız vs vs.

Ama ee?

Taze patates tarlasına bir ucundan dalıp diğerinden çıkan yaban domuzu iştahıyla kılıksızlıklarından (kendi kılıkları) görgüsüzlüklerinden (ya sen onların gözünde nesin, nasılsın?) girip uygarlık, kültürden (“normlar, şekerim”) dem vurup doğrusu/evrenseli, iyisi, güzeli bu, bunun dışı tehdit-tehlike-gerilik-karanlık’tan çıkıyor içindeki ve dışındaki gözü kulağını kapayıp avaz avaz bağıran tepkisellik.

Sana, topluluğuna az ya da çok benzemeyerek onlarlaşan ne varsa ağzını da bir güzel açtığın bir torbaya doldurup kim toplayacaksa toplasın, bana ne kirleticiliğiyle yol kenarına bırakıyorsun. Yaydığın, pekiştirdiğin şey, ön/yargıların.

Nüans tanımayan, gözünün önündekini değil, ona yapıştırdığın yaftaları gösteren, hayatın, insanlığın “böyleliği”nden koparıp seni kafanın, koşullanmalarının içinde bayat bir ömür sürmeye mahkum eden fikirler, kanılar, inançlar vesaire.

Koparan, ayıran, diş bileyen, dışlayıcılığını, düşmancalığını yansıtan, sonra aynı kendisininki gibi geri yansıtılanla bütün bunu bir tur daha çevirip koyultan tavrın.

Ee?


Ee’si, şimdi hangimiz daha kirletici? Çerçöpünü öylece bırakıp giden mi, sizi dolaysız bir anlayış, kavrayış ve ilişkilenmeden alıkoyarak sonu gelmez bir bölünmeye su taşıyan şu tavır, tepkinizle sen ve senin gibiler mi?

2 Temmuz 2017 Pazar

3 KEDİ, 2 İNSAN

Lacivertten çakıra dönen ufacık gözlerini altüst olmuş iri hamamböceğine dikmiş, bahtsız hayvanın bir debelenip bir hareketsiz kalmasını şaşkın bir merakla izliyordu.  Arada patisini güvenli bir mesafeden uzatıyor, sıcak sütü ihtiyatla içer gibi yokluyor, biri için can çekişmek olan bu eğlenceden şimdiden pek heyecanlanıyordu, belli. Yavrulardan daha atak ve acar olanı.

Yerini kanıksamışlığa bırakana dek ne şenlik o taze keşif hali. Verandaya indiklerinde kaptaki suyu tazeledim. Ana içti, yavruların suyla böyle burunlarının dibinde ilk karşılaşmasıydı. Teki merakla yanına geldi. Var.. ama yok, kıpır kıpır bir şey. Burnunu uzattı, bıyığının değmesiyle hareketlenen yüzeyden ürküp başını geri attı. Ama ne ki şimdi bu?!! Önüne geçilmez kedi merakıyla yeniden uzandı.

Her şey ne kadar yeni, mucizevi, ürkütücü önce ama hemen ardından nasıl da çekici.

Yavrular bize taşınalı iki hafta oldu. İnsan ömründe değişimin görünür olamayacağı buncacık vakit, kısa kedi zamanında gelişimin hızlandırılmış film gibi geçtiği bir süre.



Gözlerini komşunun boş beton çiçekliğinde açan bebeler birkaç hafta sonra bize geldiğinde kedi olmanın iyice acemisiydi. Küçücük bacaklarıyla atabildikleri ürkek, sarsak adımlarıyla balkonun kenarındaki boşluğa düşüvermelerini bir karış eninde bir engelle önleyebiliyordum. Bu uydurma korkuluk 48 saat içinde işlevini yitirdi. İlk keşif seferlerinden biri onun üzerinden aşıp arkasındaki hanımeli ormanına dalmak oldu. Üçüncü gün birbirleriyle oynaşmalarındaki gayretle ortalığı dağıtmaya, asılı çaputları aşağı indirmeye, tokyoydu paletti kemirmeye giriştiler. Gözle görünür bir hakimiyet kazanmaya başladıkları bedenlerini, ne çok işe yaradığını oynaşa dövüşe sınaya öğrendikleri pati ve dişlerini keşfetmeye koyuldular.

Kendisi yavruluktan yeni çıkmış-tam çıkmamış (bakışları çoğu vakit hala o başlangıç saflığında) anaları, görünümü dişileşmeye vakit bulamamış atletik bedenini işlek bir benzin istasyonu gibi sürekli kullanıma sunuyor, ufaklar itişe tepişe emdikçe gelişimleri hızla ilerliyor.

Kasları ortaya çıkmaya, kullanımında ustalaşmaya başladılar. Günden güne hızlanıyor, çevikleşiyor, ezeli düşmanları fareleri (lağım fareleri.. varlıklar eninde sonunda düşmanlarına mı benzer diyorum) daha az andırır oluyorlar.

Üç parçalı bir dünya kendi aralarındaki. Ana arada bunaldıkça yanıma geliyor, uzun uzun, onun sevdiği gibi okşayıp tarıyor, konuşuyorum, sözlerime karşılık veriyor, aramızdaki iletişimi besliyoruz. Ama yavrular birbirleri ve anaları dışında iletişim kurmuyor. İnsana (bana, babama) hiç de bir debelenen hamamböceği kadar ilginç olmayan bir nesne, köşedeki süpürge filan gibi bakıyorlar. İkisiyle de birer kere çok uzun bir göz temasımız oldu. Rengi o vakit daha koyu küçücük gözlerinden dipsiz, sessiz derinliklere kaydığımı hissettim. Hiç kıpırtısız, dupduru bakışlarıyla onlar ne gördü, bildi, tanrı bilir.

Kendi aralarında bu üçü bireysel özellikleri bir yana tek bir bütün. 12 pati, 3 çene, 6 göz ve tutam tutam sarılı bozlu, çizgili benekli tüy. Alt alta, üst üste, koyun koyuna. Atlayıp sıçramak kadar didişmeyi, sevişmeyi, bağlanmayı da hep birlikte keşfediyorlar.

Zamanı geldiğinde bağı bir tepik, iki ısırıkla koparıp atmayı da öğrenecekleri gibi.

Ayak sayımızdan sonra aramızdaki en önemli farkın da bu olduğunu düşünüyordum.
*

Stephen Cope’un Soul Friends’ini okuyorum. Derin insani bağların dönüştürücü gücü üzerine (nefis bir kitap). İnsan ruhunun biçimlendiği ilk yıllarda güvenli bağlanmanın önemi, yokluğu, sonuçları arasında dolanırken Shakespeare’in 116 no’lu sonesini anıyor:

Bence engel tanımaz gerçek bir aşkla
Sevmiş olanlar. Aşk demem aşka
Değişik durumlarda değişip duruyorsa,
Ya da meyil duyuyorsa bırakmaya ilk fırsatta.
Aşk dediğin fırtınaya bakar ve titremez asla;
Ah, hayır! Her daim duracak bir işarettir,
Bir yıldızdır, dönenen teknelere rehberdir,
Boyu posu ölçülse de bilinmez değeri nedir.
Zamanın oyuncağı olmaz; gül dudaklı
Ve yanaklı aşkı götürebilir sallasa zaman orağını;
Değişmez aşk kısa da sürse saatler ve haftalar,
Aşk dediğin kıyamete dek yaşar.
Eğer yanlışım varsa ve bu bana kanıtlanırsa,
Demek hiç yazmamışım, kimse sevmemiş asla.
(Türkçesi kimin, belirtilmemiş, internette buldum.)

İnsanca, Shakespeare’ce bir yoğunluk, karmaşıklık, kargaşa ve onu süzme, ab-ı hayata çevirme gayretleri.

Kedilerinse yoğunlukta, belirleyicilikte hiç de bundan geri kalmayan sevgiyi, bağlanmayı yaşamaları ne kadar daha.. kısa ama kesin.

Birkaç hafta daha ve anaları tıpkı kendi anasının da onunla yaptığı gibi çevreye keşif, tanıtım, eğitim, staj turları ardından önce sütü, sonra kendi yiyeceğini, en son da alanını paylaşmayı kesecek, bağı koparacak. Kimsenin gözü arkada ve yaşlı kalmayacak, anasının hayatını kararttığına inandığı eksikleri, hatalarıyla cebelleşmeyecek. Bunca iç içelik, herkesin alacağını alıp işlevini yerine getirmesiyle hiç tantanasız çözülüp gidecek.
*

Dün ana ilk kez yavrulardan birini çatı odasının önünde verdiğim mamasını paylaşması için yukarı çıkardı. E peki madem dedim. Yavru tel kapıya burnunu dayadı. Bir adım sonrası, evin en kıymetli elemanı olan bu kapının da dişlenip tırmalanan diğer şeylere çevrilmesiydi. Abartılı bir hışımla yerimden fırladım. O kadar korktu ki merdivenlerden yeterince hızlı kaçamayacağını hesaplayıp kendini parmaklıktan aşağı kata atıverdi (Allahtan lastik gibiler de hiçbir şey olmadı). Sonra hepsini birden verandaya sürdüm, mama kaplarını da verandanın uzak köşesine koydum. Ananızla birlikte benimle de bağınız kesilecek, ufaktan alışın.

Aşk demem aşka
Değişik durumlarda değişip duruyorsa,
Ya da meyil duyuyorsa bırakmaya ilk fırsatta.

Benim kesintili bağlanma biçimim bu. En azından kısa vadede.

Gece, baktım ana aşağıda gelen geçenden, hayvanlardan çok tedirgin ama o soylu (evet!) ruhuyla kovalandığı yere çıkmaya yeltenmiyor bile. Etrafında yavrularıyla diken üzerindeki hali içime dokundu. Yavruları alıp avuçlarımda kalp atışlarını duyarak yukarı çıkarırken onu da çağırdım. Koşa koşa geldi, hiç yapmaz, elimi yaladı.
*

Eşyamdı, rahatımdı düşünmediğim, aramızdaki akışın katışıksız olduğu vakit şükranla bakıyorum bu üçüne. Götürdükleri, gösterdikleri, duyurdukları yerlerden ötürü.
*

Köyde geçen çocukluğunda arada bir eziyete varan oyunlara alet etmek dışında hayvanlara pek ilgi duymamış babam, olsaydı torunlarıyla böyle olurdu herhalde. Dört köşe. Bu sabah “Batırmışlar ortalığı!” diye geldi. Biri fena halde bağırsaklarını bozmuş (ananın mamasını yersen). Her tarafa pisliğini bulaştırmış. “İki saatte anca temizledim!” Kızmış güya ama daha ziyade gelin, tepeme çıkın diyen büyükbaba gevrekliğiyle gülmekteydi. (Kedileriyse yeniden aşağıda, babamdan evvel olay yerinden tüymüş, kabahatin vahametinin farkındaki analarıyla çay masasının altına büzülmüş buldum.)

Babam da başka bir bağlanma biçiminin, uzaktan sevmenin adamı. Münzevi olacakken aile babası edilmiş. Fiziksel, ruhsal içli dışlılık hiçbir zaman çorbası olmamış. Ama Stephen Cope’a bakarsak ne kadar kaçınmacı olursak olalım, derin bir temas ihtiyacı hepimizin –belki de en fazla kaçınmacıların- her daim içinde.

Kısık kahkahaları, kırkırdamaları geldiğinde biliyorum ki kedileri seyrediyor.

“Öyle komikler ki kitabımı okutmuyorlar bana” diyor.

“Yavaş yavaş alışıyorlar bize, kucağımda daha uzun zaman kalıyorlar” diyor.

Anneleri ne zaman kıçlarına tekmeyi basacak diyordun diye soruyor. Neden sorduğunu merak etmiyorum.


Bu dört bacaklı bol tüylü üç varlık, hızla serpilirken iki insanı da ayrı ayrı nerelere götürüyor.