Lacivertten çakıra dönen ufacık gözlerini altüst olmuş iri
hamamböceğine dikmiş, bahtsız hayvanın bir debelenip bir hareketsiz kalmasını şaşkın bir merakla
izliyordu. Arada patisini güvenli bir
mesafeden uzatıyor, sıcak sütü ihtiyatla içer gibi yokluyor, biri için can
çekişmek olan bu eğlenceden şimdiden pek heyecanlanıyordu, belli. Yavrulardan
daha atak ve acar olanı.
Yerini kanıksamışlığa bırakana dek ne şenlik o taze keşif
hali. Verandaya indiklerinde kaptaki suyu tazeledim. Ana içti, yavruların
suyla böyle burunlarının dibinde ilk karşılaşmasıydı. Teki merakla yanına
geldi. Var.. ama yok, kıpır kıpır bir şey. Burnunu uzattı, bıyığının değmesiyle
hareketlenen yüzeyden ürküp başını geri attı. Ama ne ki şimdi bu?!! Önüne
geçilmez kedi merakıyla yeniden uzandı.
Her şey ne kadar yeni, mucizevi, ürkütücü önce ama hemen
ardından nasıl da çekici.
Yavrular bize taşınalı iki hafta oldu. İnsan ömründe
değişimin görünür olamayacağı buncacık vakit, kısa kedi zamanında gelişimin
hızlandırılmış film gibi geçtiği bir süre.
Gözlerini komşunun boş beton çiçekliğinde açan bebeler
birkaç hafta sonra bize geldiğinde kedi olmanın iyice acemisiydi. Küçücük
bacaklarıyla atabildikleri ürkek, sarsak adımlarıyla balkonun kenarındaki
boşluğa düşüvermelerini bir karış eninde bir engelle önleyebiliyordum. Bu
uydurma korkuluk 48 saat içinde işlevini yitirdi. İlk keşif seferlerinden biri
onun üzerinden aşıp arkasındaki hanımeli ormanına dalmak oldu. Üçüncü gün birbirleriyle
oynaşmalarındaki gayretle ortalığı dağıtmaya, asılı çaputları aşağı indirmeye,
tokyoydu paletti kemirmeye giriştiler. Gözle görünür bir hakimiyet kazanmaya
başladıkları bedenlerini, ne çok işe yaradığını oynaşa dövüşe sınaya
öğrendikleri pati ve dişlerini keşfetmeye koyuldular.
Kendisi yavruluktan yeni çıkmış-tam çıkmamış (bakışları
çoğu vakit hala o başlangıç saflığında) anaları, görünümü dişileşmeye vakit
bulamamış atletik bedenini işlek bir benzin istasyonu gibi sürekli kullanıma
sunuyor, ufaklar itişe tepişe emdikçe gelişimleri hızla ilerliyor.
Kasları ortaya çıkmaya, kullanımında ustalaşmaya
başladılar. Günden güne hızlanıyor, çevikleşiyor, ezeli düşmanları fareleri
(lağım fareleri.. varlıklar eninde sonunda düşmanlarına mı benzer diyorum) daha
az andırır oluyorlar.
Üç parçalı bir dünya kendi aralarındaki. Ana arada
bunaldıkça yanıma geliyor, uzun uzun, onun sevdiği gibi okşayıp tarıyor,
konuşuyorum, sözlerime karşılık veriyor, aramızdaki iletişimi besliyoruz. Ama
yavrular birbirleri ve anaları dışında iletişim kurmuyor. İnsana (bana, babama)
hiç de bir debelenen hamamböceği kadar ilginç olmayan bir nesne, köşedeki
süpürge filan gibi bakıyorlar. İkisiyle de birer kere çok uzun bir göz
temasımız oldu. Rengi o vakit daha koyu küçücük gözlerinden dipsiz, sessiz
derinliklere kaydığımı hissettim. Hiç kıpırtısız, dupduru bakışlarıyla onlar ne
gördü, bildi, tanrı bilir.
Kendi aralarında bu üçü bireysel özellikleri bir yana tek
bir bütün. 12 pati, 3 çene, 6 göz ve tutam tutam sarılı bozlu, çizgili benekli
tüy. Alt alta, üst üste, koyun koyuna. Atlayıp sıçramak kadar didişmeyi,
sevişmeyi, bağlanmayı da hep birlikte keşfediyorlar.
Zamanı geldiğinde bağı bir tepik, iki ısırıkla koparıp
atmayı da öğrenecekleri gibi.
Ayak sayımızdan sonra aramızdaki en önemli farkın da bu
olduğunu düşünüyordum.
*
Stephen Cope’un Soul
Friends’ini okuyorum. Derin insani bağların dönüştürücü gücü üzerine (nefis
bir kitap). İnsan ruhunun biçimlendiği ilk yıllarda güvenli bağlanmanın önemi,
yokluğu, sonuçları arasında dolanırken Shakespeare’in 116 no’lu sonesini
anıyor:
Bence engel
tanımaz gerçek bir aşkla
Sevmiş olanlar. Aşk demem aşka
Değişik durumlarda değişip duruyorsa,
Ya da meyil duyuyorsa bırakmaya ilk fırsatta.
Aşk dediğin fırtınaya bakar ve titremez asla;
Ah, hayır! Her daim duracak bir işarettir,
Bir yıldızdır, dönenen teknelere rehberdir,
Boyu posu ölçülse de bilinmez değeri nedir.
Zamanın oyuncağı olmaz; gül dudaklı
Ve yanaklı aşkı götürebilir sallasa zaman orağını;
Değişmez aşk kısa da sürse saatler ve haftalar,
Aşk dediğin kıyamete dek yaşar.
Eğer yanlışım varsa ve bu bana kanıtlanırsa,
Demek hiç yazmamışım, kimse sevmemiş asla. (Türkçesi
kimin, belirtilmemiş, internette buldum.)
İnsanca, Shakespeare’ce bir yoğunluk, karmaşıklık, kargaşa
ve onu süzme, ab-ı hayata çevirme gayretleri.
Kedilerinse yoğunlukta, belirleyicilikte hiç de bundan geri kalmayan sevgiyi, bağlanmayı yaşamaları ne kadar daha.. kısa ama kesin.
Birkaç hafta daha ve anaları tıpkı kendi anasının da
onunla yaptığı gibi çevreye keşif, tanıtım, eğitim, staj turları ardından önce
sütü, sonra kendi yiyeceğini, en son da alanını paylaşmayı kesecek, bağı
koparacak. Kimsenin gözü arkada ve yaşlı kalmayacak, anasının hayatını
kararttığına inandığı eksikleri, hatalarıyla cebelleşmeyecek. Bunca iç içelik, herkesin
alacağını alıp işlevini yerine getirmesiyle hiç tantanasız çözülüp gidecek.
*
Dün ana ilk kez yavrulardan birini çatı odasının önünde
verdiğim mamasını paylaşması için yukarı çıkardı. E peki madem dedim. Yavru tel kapıya burnunu dayadı. Bir adım
sonrası, evin en kıymetli elemanı olan bu kapının da dişlenip tırmalanan diğer
şeylere çevrilmesiydi. Abartılı bir hışımla yerimden fırladım. O kadar korktu
ki merdivenlerden yeterince hızlı kaçamayacağını hesaplayıp kendini
parmaklıktan aşağı kata atıverdi (Allahtan lastik gibiler de hiçbir şey
olmadı). Sonra hepsini birden verandaya sürdüm, mama kaplarını da verandanın
uzak köşesine koydum. Ananızla birlikte benimle de bağınız kesilecek, ufaktan
alışın.
Aşk demem aşka
Değişik durumlarda değişip duruyorsa,
Ya da meyil duyuyorsa bırakmaya ilk fırsatta.
Benim kesintili bağlanma biçimim bu. En azından kısa vadede.
Gece, baktım ana aşağıda gelen geçenden, hayvanlardan çok
tedirgin ama o soylu (evet!) ruhuyla kovalandığı yere çıkmaya yeltenmiyor bile.
Etrafında yavrularıyla diken üzerindeki hali içime dokundu. Yavruları alıp
avuçlarımda kalp atışlarını duyarak yukarı çıkarırken onu da çağırdım. Koşa
koşa geldi, hiç yapmaz, elimi yaladı.
*
Eşyamdı, rahatımdı düşünmediğim, aramızdaki akışın
katışıksız olduğu vakit şükranla bakıyorum bu üçüne. Götürdükleri,
gösterdikleri, duyurdukları yerlerden ötürü.
*
Köyde geçen çocukluğunda arada bir eziyete
varan oyunlara alet etmek dışında hayvanlara pek ilgi duymamış babam, olsaydı torunlarıyla
böyle olurdu herhalde. Dört köşe. Bu sabah “Batırmışlar ortalığı!” diye geldi.
Biri fena halde bağırsaklarını bozmuş (ananın mamasını yersen). Her tarafa
pisliğini bulaştırmış. “İki saatte anca temizledim!” Kızmış güya ama daha
ziyade gelin, tepeme çıkın diyen büyükbaba gevrekliğiyle gülmekteydi. (Kedileriyse
yeniden aşağıda, babamdan evvel olay yerinden tüymüş, kabahatin vahametinin
farkındaki analarıyla çay masasının altına büzülmüş buldum.)
Babam da başka bir bağlanma biçiminin, uzaktan sevmenin
adamı. Münzevi olacakken aile babası edilmiş. Fiziksel, ruhsal içli dışlılık
hiçbir zaman çorbası olmamış. Ama Stephen Cope’a bakarsak ne kadar kaçınmacı
olursak olalım, derin bir temas ihtiyacı hepimizin –belki de en fazla
kaçınmacıların- her daim içinde.
Kısık kahkahaları, kırkırdamaları geldiğinde biliyorum ki
kedileri seyrediyor.
“Öyle komikler ki kitabımı okutmuyorlar bana” diyor.
“Yavaş yavaş alışıyorlar bize, kucağımda daha uzun zaman
kalıyorlar” diyor.
Anneleri ne zaman kıçlarına tekmeyi basacak diyordun diye
soruyor. Neden sorduğunu merak etmiyorum.
Bu dört bacaklı bol tüylü üç varlık, hızla serpilirken
iki insanı da ayrı ayrı nerelere götürüyor.