Koyda tek kul ben değilim bugün. Kısmet. İndiğimde biri
suda, üç genç vardı. En uçtaki yorgun şezlonga havlumu serdim. Suya girip
çıkayım da bir, flüt çalışsam rahatsız olurlar mı diye sorarım. Su.. dupduru. Boy
boy saydam, uçuk türkuaz, koyu mavi, lacivert. Şımarık Akdeniz çocuğunu mutlu
edecek kadar da ısınmış. Saçlarımda, gözlerimde, genzimde. Kollarımın altından,
bacaklarımın etrafından, gövdem boyu dolanıyor, akıyor, kaldırıyor. Geriye
attığım başımla tepelere eteği sökülmüş tül perde gibi pusu düşen gevşek
bulutların seyri. Haydi uç! Koyun ağzına kadar hızla yüzüp döndüm. Notaları
çakıllara yayıp usulca üfürdüm şöyle bir. Kıyıdakilerden biri sudakiyle avaz
avaz bir sohbet tutturdu. Konusu zıpkınlanmış balıkların kaçıp kaçamayacağı. Torbamı
omzuma vurup ağaçların arkasından yamaca çıktım. Az pürüzlüsünden bir kaya
seçip çamın iğneli gölgesine oturdum. Isınıp kurumuş reçine kokusunu içime çektim.
Tenimin tuzlu kokusuna da kızıl toprağınki karıştı. Cırcır böceklerini dinledim
önce. Sahneyi paylaşacaksak.. Yükseliş alçalışı insan kalabalığınınkiyle birdi.
Üflemeye başladığımda biraz seyreldikten sonra daha da sıklaşması rastlantı da
olabilirdi tabii ama “Bu da kimlerdenmiş” diye kulak kesildiklerini hayal etmek
hoşuma gitti. Koya burada biraz yüksekten, dallar arasından bakış güzeldi.
Başladım. Bunlar sadece egzersiz çocuklar. Sadece deyip geçmeyin ama.
Parmaklarınızı, nefesinizi önlerine gelecek parçalarda başlarına geleceklere
hazırlıyorlar. İlk anda çalıverdikleriniz. Önünüze duvar gibi dikilenler.
Fındık fıstık ile çetin cevizler. Adım adım, ağır ağır, belli belirsiz evrilen
acemilik. Helva kavurur gibi birlikte kavrulmak. Tepede güneş, yol yol ter,
şakaklarımda, ağzımın etrafında, parmaklarımda. Siz kurusunuzdur cırcırlar.
Biyoloji dersinde böceklerin terlediğini öğrettiklerini hatırlamıyorum. Flütle
biz ise sırılsıklam, çok sıvı, az biraz katı. Böyle böyle akıcılaşıyoruz ama.
26 Haziran 2016 Pazar
17 Haziran 2016 Cuma
AKIŞKAN
“Sigarasızlık nasıl gidiyor?” dedi Hüseyin.
Bir an durdum.
“Sigarasızlık mı?. Hiç içmemişim gibi.”
Fatoş gülerek, “O öyledir” dedi benim için. “Yedi ay boyunca burayı ballandıra ballandıra yaşar, sonra bir İstanbul’a gider, unutur.”
Neredeysem o, dedim. Fena bir şey mi ki bu?
6 Haziran 2016 Pazartesi
PORTO'NUN S'Sİ -2
Hava tahmini yağmur diyordu ama gün ışıl ışıl başladı. İş
saatine denk geldiğim sıkışık metrodan dara dar indim. Teresa gör demişse bir
bildiği vardır diye dün atladığım Aziz Francis kilisesine yollandım. Haklıymış.
Yoksulluğu erdem bilen tarikatın 13. yy’da sade bir yapı olarak başlayan
kilisesi yıkım, onarım ama asıl güçle ilişkisindeki değişimle katman katman
zenginleşmiş. Taş yapı, 17-18. yy’da giydirilen altın yaldızlı ahşap oymalar
arkasında neredeyse kaybolmuş. Dövülmemiş yanı kalmayan dövme tutkunlarının
vücudu gibi. Zamanla mimari ve bezemeye yansıyan bu dönüşümü görmek ilginç. Bitişiğindeki yapının bodrum katındaki duvar mezarlığı da.
İnişler, yokuşlar, kalabalık caddeler, ıssız geçitlerde
yönsüzlükle büyüyen mesafeler boyu yürümek yürümek. Sol dizime arada bir
saplanan ani sancı dışında bedenim akıyor. Bunu uzak olmayan bir gelecekte
hasretle hatırlayacağımın, hareketliliğin nasıl bir lütuf olduğunun
farkındayım. Hala sahip olacak kadar genç, değerini bilecek kadar yaşlı.
Derken.. Clérigos kilisesinin şehre panoramik bir bakış
sunan çan kulesine tırmanmak isteyenlerin kuyruğuna girdim. Bir görevli inen-çıkan
trafiğini düzenliyor, sayıyı eşit tutuyordu. Dar, yüksek basamakları dönerek
çıkar inerken karşıdan gelenin iri yarı olmamasına dua ediyor,
karşılaştığınızda nefesinizi tutup duvara yapışıyorsunuz. Şehir, ırmak bu
yükseklikten hoş görünüyor ama mazgallar, kalın duvardaki açıklıklarla
beklenmedik çerçevelenişlerine birkaç saniyeden fazlasını ayırmak, parçası
olduğunuz kalabalığın mekanik hareketinde imkansız. Turistik kalabalık,
parçalarının toplamından çok daha küçük, beyinsiz, anlamsız bir.. şey.
Hava kapadı. Kırmızı otobüse atladığımda silecekleri bir
iki çalıştıracak kadar atıştırdı. Serralves-Modern sanat müzesini bu zamana
düşünmüştüm.
Aslında bir sergi binasıymış. Silvestre Pestana ilgimi
çekti. Şiire antifaşist direnişin görsel dili olarak yaklaşan 60’ların Portekiz
deneysel şiir grubundanmış. Dili eğmiş bükmüş, parçalarına ayırmış, yerinden
oynatıp başka anlatımlarla birleştirmiş.
Serralves’in geniş bahçesi başlı başına bir sanat.
Hava yeniden açmıştı. Karşıya, yüzlerce yıllık şarap
üreticilerinin tadımlık ve satış yerleriyle ırmağın Gaia kıyısına geçtim.
Şaraphanelerin, önlerindeki lokanta, kahvelerle eski, renkli, hoş bir yapı şeridi
ve suda şarap fıçısı dolu tarihi-güya tarihi teknelerin hemen arkasında gri,
özelliksiz yeni yerleşim yükseliyor. Porto’yu, tarihi kordon boyunu bir de
sırtımı Gaia’ya vererek seyrettim. Ezbere söylediğim Porto şarabını epey
bekledim. Lello Kitapevinin saygıdeğer Domingo beyi başını esefle iki yana
sallar, güneş altında bekletip durdukları müşteriler etrafında ilgisiz,
etkisizce ayak sürüyen garsonlara kitapevinin görkemli vitrayındaki sloganı
işaret ederdi: “İşiniz saygınlığınızdır.” Müşterinin evrildiği biçimi hesaba
katar, yeni hizmet kuşağından anlayışını esirgemezdi. “Ama yine de.. kiminle ne
şartlarda olursa olsun, işiniz hakikaten saygınlığınızdır mirim.”
Karşılaştırma imkanım olmadan (ilk ve son Porto
kadehimdi) şarabın her yudumuna kulak kesilerek içtim. Ayaklanan duyularımdan
yükselen nidaları süzmeden sıralıyorum: Tatlı ve oturaklı, koyu, kızıl, çekici
bir loşluk içinde tınılı. Daha kesin bir ifadeyle çello dengi bir his aldım.
Bahtiyar oldum.
Evet, ama pilim de bitmişti. Onu oraya konduranın
ecdadına rahmet okuyarak teleferikle yukarı, köprü başındaki metro durağına
çıktım.
Koma benzeri uykudan uyandığımda akşam yemeği vaktiydi.
Pastanelerle bir et lokantası dışında bir şeye rastlayamadan yürüdüm. Sonunda
karşıma El Corte Ingles çıktı, İspanyol Yeni Karamürsel’i. Altıncı katındaki restoranda
bu defa dile kulak vermek yerine bir Cuma akşamı eş-dost, aileleriyle gezmeye gelmiş
Portekizlileri seyrettim uzun uzun.
Bir kez daha Afrika-Akdeniz-biz çağrışımları. Avrupalılığı
fazla gelen bir ceket gibi çıkarıp sandalyenin arkalığına astı asacak bir kendine
özgülük.
5 Haziran 2016 Pazar
DÜNYANIN EN GÜZEL KİTAPEVLERİNDEN: LIVRARIA LELLO
Fazla kalabalıklaşmadan görmeye niyetlendiğim Livraria
Lello’ya yine de biraz geç kalmışım. Dünyanın en güzel kitapevlerinden biri
olarak tanınalı ilgi o kadar büyümüş ki turist akınlarının önünü biraz almak
için bilet kesmeye başlamışlar –ama kitap alırsanız bilet parasını düşüyorlar.
Tadilatta olan cephesi perde arkasında; başlı başına görülmeye
değer tasarımının şöyle bir dışından seyrine varıp onunla hazırlanarak
giremiyorsunuz içeri.
Lello, 19. yüzyıl sonları Porto’nun önde gelen aydınları
arasında sayılan Lello biraderlerden başlayıp tasarımı gerçekleştiren mühendis Esteves'e, 52 yıllık kitap satıcısı Domingo
beye, burayı bir buluşma noktası etmiş yazarlar, aydınlar, sanatçıların kitap
aşkıyla ortaya çıkmış. Neo gotik mimarisi, bezemeleri okuma-yazma ve ona
yüklenen anlamlardan esinlenmiş, cesaretlenmiş (o merdiven!). J.K.Rowling, bir
yandan İngilizce öğretmenliği yaparak Harry Potter’ı Portekiz’de yazarken bir
rivayete göre Lello Kitapevinden ilham almış.
Ama ellerinde telefonları, kameralarıyla girip çıkan
benim gibilerin kesintisiz kalabalığında durup atmosfere sarınarak şöyle
sakince kitap karıştırmak bile zor iş. Girişte elinize verilen broşürde buranın
kitaba adandığı hatırlatılarak olabildiğince saygılı foto çekilmesi, selfie
çubuklarının kullanılmamaya “çalışılması” rica ediliyor. Ortam, demlenmişliği
insanı ne kadar derinleşmeye çekiyorsa vızır vızır hareket o kadar yüzeyde,
diken üzerinde tutuyor.
Burada çalışmak da Majestic Café’deki kadar zorlayıcı
olmalı. Oysa kıdemli satıcı Domingo bey (kitapevi kadar ağırbaşlı ama candan
hayal ettiğim sesiyle) örnek bir kitapçıyı şöyle tarif etmiş:
Tüm mevcudu yazarlar, başlıklar ve yayın yıllarıyla
ezbere bilmeli.
Nadide baskıları teşhis edebilmeli.
Her müşteriye ilgili ve nazik davranmalı.
En iyi müşterilerinden gelecek malumata kulağı açık
olmalı; bu şahıslar sipariş edilecek kitaplara ilişkin önemli bilgiye sahiptir
ve tavsiyelerde bulunurlar.
Ah ah!
(Vitraydaki Latince düstur: Decus in labore, işin saygınlığındır)
Genç satıcılar yine de sabırlı ve kibar. Ortalıktaki
kitaplar ise harcıalem ama asıl hazineler, kimi Lello kadar, hatta daha da
eski, az bulunanlarla ilk baskılar, rafların üzerindeki camlı dolaplarda maymun
iştahlı güruhların hoyrat ellerinden, flaşları, değer bilmezliklerinden
korunmuş.
Zamanın değişmesiyle güzelliği varlık nedeninin önüne geçip onu boğmuş bir yer Lello.
Şimdiki turist akını da bunu canlandırmıyor, başka bir şeye
dokunuyor.
Şöyle sıkı, yoğun, dişe gelir bir şeylerin mayalayıcılığına
duyulan özleme?
Yavanlığın ötesine?
Kıvamlanmaya?
Kim bilir.
4 Haziran 2016 Cumartesi
PORTO'NUN S'Sİ
Dokuz saati aşkın dolanmanın ardından sırt çantamın bir cebinde bira, diğerinde içinde ne olduğunu sadece tahmin ettiğim bir panini ile otele döndüm. Kahve ile ekleri önden ve köşedeki pastanede oturarak götürmüştüm. Fazlasına gerçekten halim yoktu. Uzun bir duşla şehrin kirli havasını, buz gibi rüzgarı izleyen terini, okyanusun tuzlu nemini üzerimden attım. Fox Crime kanalında eski bir dizinin Portekizce alt yazılarını okuyarak sandviçi (leziz bir peynir ve jambonluymuş) gövdeye indirdim, birayı da dikip televizyonu ve gözlerimi kapadığımda saat 9 bile olmamıştı. Gitmişim.
Sabah, sevimsiz Gaia’nın otel ile kıyı arasındaki 3-4 kilometrelik kısmını metroyla atlatıp başında indiğim 1. Louis köprüsünden yürümeye koyuldum. 1800’lerin sonunda Gustave Eiffel’in ortağınca yapılmış. Köprüden bakış evet ama kendisi de başlı başına bir varlık. Altı araç, üstü metro trafiğine ayrılmış iki katıyla sürekli zangır zangır çelik bir örgü (içine karpuz konulmuş ters bir pazar filesi biçiminde).
Yanından Porto’ya çıktığım kale-katedrale (sé) şöyle bir göz attım. (Yapmaya, içini doldurmaya, korumaya, ayakta tutmaya yüzyıllardır ne emek sarf etmişsiniz. Haşmet, altın, süsleme kıyamet ama bugünün şunda bunda göz sektiren, tek bir şey yerine şeyler arasında seğirtmeyle kafa yapan bir turistiyim işte. Bağışlayın. Benden-bizden bu kadar, Tarih!)
Tatlı sabah serini. Tenha taş meydan, merdivenler, yamaçtaki diğer kilisenin taraçası, kıvrım büklüm geçitlerden indim. Turizm ofisinde şimdiden bıkkın memurun önündeki kısa kuyruğa girdim. Önümde, benden büyükçe yorgun bir kadın vardı, sırt çantasından onunki gibi terlikler, meyve torbaları, başka ıvır zıvır sallanan daha da yaşlı ama gayet dinç bir adamın başlattığı sohbetle hac yürüyüşünde olduklarını anladım. (Mayıs, Hazreti Fatma’nın ayı, hac vakti imiş). Adam elindeki bir tomar “hakikaten yürüdü” belgesine turizm bakanlığı memurundan damga alacakmış da. Almandılar. Hacılıklarını resmi makamlara onaylatma ihtiyacını yadırgamamalı. En öndeki hepimizden yaşlı, kibar, koca sırt çantalı Hollandalı çiftin “Bir de şunu soracaktık”larının sonu gelecek gibi değildi. Çıktım. Kıyıda aradığımı buldum: Kırmızısı, sarısı, mavisi ile iki katlı in-bin tur otobüslerinin gişesi. Kırmızısı tanıdık. Uzun-kısa iki çeşit turu, şarap tadımı, Torre dos Clérigos (Clérigos kilisesinin Porto panoramalı çan kulesi) bileti dahil iki günlük bileti 15 E. Taksiden elbette ama toplu taşıma kartından da ucuza geliyor. Karşıma ilk çıkan uzun turun otobüsüne binip tam bir devir yaptım, görmek istediklerimi kararlaştırıp Gaia kıyısında indiğimde ortalık iyiden iyiye canlanmıştı. Rıhtım boyu açılan hediyelik eşya tezgahları arasından dolanıp köprüyü bu kez alt katından yürüdüm, beyaz güneşlikleri altındaki Porto tezgahlarıyla doldukça dolan kahve, lokanta masalarının yanından yukarı, Aziz Francis kilisesine vurdum. Teresa tavsiye etmişti. Kendimi yokladım, bir kilise içini daha üstelik bilet alıp görmek istemediğimi hissettim. Sen bilirsin!
Ses düzeni kötüydü, çalıştığında bile ne dediği pek anlaşılmıyordu ama kırmızı otobüs ile bir tur epey fikir vermiş, neyin nerede olduğunu görüp yerleri kafamda birbirine bağlamıştım. Praça (prasa) da Liberdade, Özgürlük Meydanına çıktım. Gara doğru kıvrıldım. Mavi seramik tablolu aydınlık girişi içimi kiliselerden çok daha fazla açtı, çekti. Bugünün trafiği. Anonslarda Portekizceye fazladan katılan seksi tondan hoşlanıp hoşlanmadığıma karar veremeden dolandım, rastgele detaylardan seramik panoların öykülerine daldım, dijital tablolardaki tren tarifelerine baktım. Gideceğim bir yer, ait olduğum bir hikaye varmış gibi yapmak hoştu.
Otobüsler dolusu turist kaynasa da boşluğu hiçbir akınla dolamayacak kadar büyük görünen Özgürlük Meydanına dönüp çalışı ilkten hoşuma giden bir sokak saksafoncusunun bitişiğindeki kafe terasa oturdum. Avaz avaz baharatlı görünen, bizimkinden ince Portekiz sucuğunu denemeyi bir kez daha erteleyip hepsi de haşlama kuşbaşı et-patates ve midyeden oluşan bir tabak seçtim, damağı kutsal bilen arkadaşlarımın yağdıracağı aşağılamayı hayal ederek güldüm. Benim içinse gayet iyiydi. Bir şişe de Pedras (yemeğe aldırmayabilirim ama maden suyu konusunda da benim damağım son derece uyanık ve seçici: Pedras da iyi bir tabii maden suyu). Saksafoncu düş gücünden yoksun olduğunu fark etmeyecek kadar vasat bir müzisyen çıkmış, sıradanlığına bakmadan iddialı bir gürültüyle üfürüp durduğu standartlar kafamı ütülemeye başlamıştı. Kalktım.
Seramik kaplı kilise tarafında olduğunu hatırladığım Majestic Café’yi iyi kalpli Portekizlilere sora sora buldum. Ortak bir dil olmasa da durup ellerinden geleni yapıyor, hiç değilse bir yere kadar tarif ediyorlar. Yazarların, sanatçıların kahvesi olmuş Belle Epoque tarzı Majestic, burada bir kahvesini (iki üç katına) içmeden onu da yaptı listesi eksik kalacak turistlerin akını altında. Sırf fotografını çekmek için girmiş olmayayım diye oturdum ama bunalmış personelin ilgisizliği ve anlamsız kalabalıkla vazgeçip çıktım. Araç trafiğine kapalı alışveriş caddesi Rua de Santa Catarina’daki akışa karıştım.
Hollandalı teorisyen, mimar Rem Koolhaas tasarımı konser salonu, Casa da Musica geniş bir meydanın ortasında. Soyulduktan sonra limonlu suda kararmadan tutulan orta boy bir yarım kerevizi andırıyor. Asimetrik açılı değişken yüzeyleri, tabana ortasından daha dar yüzeyiyle değişi kütleselliğini azaltıyor. Ne uçucu ne de lök diye oturucu. İyice güneşli günlerde meydanıyla birlikte göz yakıcı olmalı ama bir konser salonunun akustiğine kulak kesilmeli zaten asıl, değil mi?
Kırmızı otobüse atlayıp upuzun Boavista caddesi boyunca gittim. Şehrin dış ucundaki yüksek bloklar uzaktan görünüyor. Buradaysa varlıklıların bahçe içindeki evleri. Kent merkezinin curcunasından uzak, nefes alan bir bölge. Caddenin ucundaki şehir parkı ülkenin en büyüğüymüş, geniş bir zamanda görmeye değer. Okyanusla sonlanan Boavista’nın çeşit çeşit isim alarak uzanan kordon boyuna döndüğü yerde indim. Kuzeyde, geniş bir kumsal ve kenarında yükselen apartmanların ötesinde silolarıyla liman, suyun kaldırdığı pusta renksizleşmiş, tuhaf bir iki boyutluluğa bürünmüştü. (Ama belki de tersi. İki boyutlu, renksiz bir şehir dilimi, okyanusun pusunda çekici bir tekinsizliğe bürünmüş.)
Rüzgarlığımı dürüp sırt çantasına soktum. Yürümeye başladım. Ara ara ağaçlık parklar, kafe teraslar. Sütlü kahverengi kumsal, kayalık kıyıda ceplere bölünüyor. Burada olsa olsa güneşlenilir, bileklere kadar suya girilir. Atlantiğin kendince sakin bir günü ama nabzı uykuda bile yüksek atan bir dev gibi. Kayalara, dalgakıranlara çarpan dalgaları metrelerce yukarı fışkırıyor. Tuzlu pusu görüşü bulandırıyor. Ortalık yürüyenler, o kıyamette balık tutanlar, kahveleri dolduranlarla rengarenk kalabalık ama bir yanım onunla hep olduğu gibi okyanusun içine düşmüş, derinliklerine çekilmekteydi. Sessiz, hipnotik, kendi kendinin dinamosu bir yürüyüşle boşaldıkça dolarak gittim gittim.
Sadece bileğine kadar bile girsen seni enginliğine çeken böyle bir suya değen hiçbir şey kendinden ibaret kalmıyor. Ne köy, kasaba, şehir, ülke ne de kendini salacak olduğunda bir turistin öğleden sonra yürüyüşü.
Okyanus dokunanı değiştiriyor.
3 Haziran 2016 Cuma
COIMBRA'DAN PORTO'YA
Sabah eski şehrin şiddetle İstiklal
Caddesini çağrıştıran bir caddesinde yeni yeni açılan pastanelerden birine
oturduk. Kahvaltımı koyu tatlı şeylerle yaptım (sigaradan sonra tatlıyla bağımı
da çözmem gerekecek). Raflardaki içki şişeleri dikkatimi çekti. Yalnızca
Porto şarapları değil, her türlü alkol. İçki satışı için özel izin gerekmiyor
mu? Gerekmiyormuş. Böylece fırınlarda, pastanelerde bile her çeşidini bulmak
mümkün.
Bir kez daha Medine kapısından geçip
tepeye, üniversiteye yürüdük. Yamacın ortalarında bir kilisenin açılmasını
beklerken Teresa karşıdaki bir binanın duvarında Karanfil Devriminin ünlü şarkıcı-ozanı
José Afonso’nun (O Zega) seramik
portresi ile bu evde yaşadığına dair plaketi gösterdi. Devrime sesini
verenlerden çok önemli bir figürmüş. Açık bir pencerenin kenarına bir çift spor
pabuç duruyordu. Evi müzeye dönüştürülmemiş.
Kilise açılmadı, yola devam ettik.
Portekiz’de gördüklerimin daha fazlası
değilse yarısı dünya kültür mirasından sayılmış, Coimbra Üniversitesi de
onlardan. Tarihi yapıların etrafına Salazar döneminde kişiliksiz binalar eklenmiş.
Göz onları hızla geçip tıp ve edebiyat fakülteleriyle tepelerden ırmağa, şehre
bakan meydanda duruyor. Dünyanın hala eğitim veren en eski
üniversitelerindenmiş (kuruluşu 13. yy).
Bilet alıp kütüphane önündeki kuyruğa
girdik. Belirli zamanlarda ziyaretçi alınıyor. Nedenini içeride anladım. Ama
ilk “bilgi” okuduklarımdan değil, bedenimden geldi. Kuru, serin loşluğuna
adımımı attığım an huşu duydum. Yüksek tavanına kadar iki katı fırdolanan
kafesli dolaplar, raflar dolusu yüzlerce yıllık kitap. Yanlarda büyük masif
masalar. İç içe salonların büründüğü koyu kahve, altın yaldız, bordo.
Kokladığım en hala yaşayan geçmiş kokusu. Eski, yine de taze.
Sessizlik.
İçerideki bütün bir ziyaretçi grubuna
rağmen seslerin üzerine hepsini eşit boğan bir sessizleşme örtüsü atılmış gibi.
Tanrıya şükür foto çekmek yasak.
Sadece gör, hisset. İstersen çeşitli
dillerde hazırlanmış broşürlerden bilgi edin.
Şunları öğren sözgelimi:
Kütüphane ısı yalıtımıyla bir tür termos
gibi tasarlanmış –heybetli kapısının belirli zamanlarda açılmasının nedeni
buymuş. Kitaplar böylece ısı ve nemden azami ölçüde korunuyor.
Kurtları uzak tutan bir ahşap
kullanılmış.
Yine de kadrolu personeli arasında ufak
zararlılara karşı yarasalar varmış; gece el ayak çekildiğinde uçuşmaya başlar, içeri
sızan, üremeye cüret eden ne kadar böcek varsa silip süpürürlermiş –ama tabii raflar bundan önce yarasa pisliğine karşı örtüler ve özenle kapatılırmış.
İçimden yerlere kadar eğilerek çıktım.
Barok kütüphaneden aşağı,
hapishaneye indik. Üniversitenin ayrı yasama organı olduğu zamandan kalma, dar
bir döner merdivenden inilen, beyaz badanalı boş odalardı. Bizden başka kimse
yoktu, yankısını şöyle bir yokladım. Müthişti. Saldım sesimi, eğip bükmeyi,
çoğaltıp doldurmayı, uzatmayı mekana bıraktım. Bir iki nota, derken doğaçlama
cümle parçaları-cümlelerle serpilen sesler.
Çıkarken durup kulak kabartmış
insanlarla karşılaştım.
Üniversite şapelinin kapısında girmek için tıklatın notu vardı. Görevli bir öğrenci açıp bizi iki kişi dışında boş kiliseye aldı. Nispeten ufak, aydınlık ama bezemede kaynak esirgenmemiş diğerlerinden hiç geri kalmayan bir mekan. Hala kullanılıyor, burada düğünler de oluyormuş (profesörlerin ve parasını verirse dışarıdan çiftlerin). Çıkarken koca bir ziyaretçi kuyruğuyla karşılaştık.
Yön konusunda tanrının unuttuğu bir kul olabilirim, buna karşılık kusursuz bir zaman-ritim duygum var. Rehberken de turist olarak da en olmayacak yerlerde kalabalıkları teğet geçmemi sağlayan, gürültü, kargaşa arasında sükunet adalarının kokusunu aldıran şaşmaz bir içgüdü.
Akademik doktor adaylarının jüri karşısına
çıktığı büyük salona üst galeriden baktık. Köşede bir bölüm şamatacılara
(fanfar) ayrılmış. Tezin kabul edildiği bunların kopardığı kıyamet (ziller,
davullar, kim bilir daha nice gürültü aleti) ile duyurulur, salonun sessizliğe
bürünmesi ise olmadı! anlamına gelirmiş.
Buradan çıkılan dar balkon boyunca kente
nefis bir bakış var.
Çıkışa yakın aşağılardan çatal bıçak
sesleriyle sivrilen bir uğultu yükseliyordu. Üniversite kantini! Bayılırım.
İnelim de çocuklarla bir kahve içelim dedim. Bol mürekkep (artık printer
mürekkebi), kağıt, yüzlerce genç kokunun o kendine özgü karışımıyla okul
nefesi. Sarı, kırmızı, beyaz plastik sandalyelere çökmüş, kitaplarına
notlarına, sohbetlerine gömülmüş, beklentileri, korkuları, umutları hayatça kim
bilir kaç değişime uğratılacak gençler. Taslak yaşamlar.
Aşağı, şehre dönerken bakımsızlığın, kir
pasın bile halel getiremediği güzellikte binaların önünden ve
meyve-sebze-et-balık (biraz da çul çaput) halinin içinden geçtik. Kirazın kilosu
11 E’ya kadar çıkıyordu.
Toparlanıp otelden ayrıldık.
Arabanın bagajı, benim görevim dün
sonlanacaktı, sen de nereden çıktın yine dercesine bavulumu almıyordu. Şöyle
bir kazı çalışması ardından yeri değişen bir çekmecenin engel olduğunu fark
ettik. Ahşap işli eski, güzel bir çekmece. Teresa hayretle bakıp bunun burada
işi ne ki dedi araba ve içindekiler kendisine ait değilmiş gibi. Çekmeceyi ikna
edemeyince içeri aldık.
Otoyola bulaşmadan, oradan 60 küsur km
olan yolu biraz uzatıp Portekiz Venediği Aveiro’ya geldik. Kanallarla
gondolların fotografik güzellemesine kapılmışım. Girişi sıradan, merkezi ufak
art nouveau yapılarla hoş, Venedik benzetmesinin kaynakları ise şeylerin
asıllarından şaşmama gereğini hatırlatır büyücek bir şehir. Gondol turu yaparım diyordum
ama Gençlik Parkı havuzunda dolanmaktan daha heyecan verici olacağa
benzemiyordu, vazgeçtim. Gondolların burunlarındaki birer çizgi roman
zenginliğinde sahneler (ve “edepsizlikte birbiriyle yarışan isimler”)
eğlenceliydi ama.
Teresa bir kez daha haklı çıktı: Bundan hiç
şaşma, nerede yediklerini yerlilere sorarak lokanta seç, pişman olmazsın.
Arkalarda bir halk lokantasına öyle gittik. Üzerine yine bir manastır tarifiyle
yapılmış yerel tatlıdan aldık ama şiddeti benim için bile biraz fazlaydı.
Olabildiğince kıyıda kalarak denizin
içlere girdiği sazlıklarla batak alanlar, kumullar boyu ilerledik. Sahil
kasabası Esmoriz’in (“Portekiz St.Moritz’i?”) okyanusta sonlanan ana caddesinin
ucuna kadar gittik. Kıyı boyu bir duvar çekmişler, Atlantik görünmüyor, sadece
gümbürtüsüyle kaldırdığı tuz serpintili pusu geliyordu. (Neden getirildiği
anlaşılmayan bir otobüs dolusu ilkokul çocuğu vardı, duvarın önündeki dar
alanda çığlık çığlığa, sevinç içinde kaynaşmaktaydılar.) Biraz ilerideki açık
ve boş kumsalına yürüdük. Rüzgarın tuzlu tokatları fazlasına elvermiyordu,
döndük.
Otelim Porto’da değil, Douro (doro) ırmağının
karşı kıyısındaki yeni yerleşim Gaia’da imiş. Onca sakin saatin ardından iş
çıkışı trafiğinde şehir curcunasına buradan daldık. Odama yerleştim. I. Louis
köprüsüne kadar yarım saate yakın yürüdük. Köprünün üst katı iki şehrin
tepelerini, alt katı da kıyılarını birleştiriyor. İkisi de yayalara açık. Baş
döndürücü bir yükseklikten nehre, Porto’nun tarihi, rengarenk rıhtımı Cais
da Ribeira’ya, şarap fıçılarıyla dolu, uzun kürekli teknelerine
(rabelo), ufacık insanlara bakarak karşıya geçtik.
Dönüşte böylece beni Porto ile de tanıştıran Teresa ile
kırk yıllık ahbap gibi vedalaştık. Suyunu döküp kollarımı Porto’ya sıvadım.
*
Fotograflar:
https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/6291082994702432769#
*
Fotograflar:
https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/6291082994702432769#
2 Haziran 2016 Perşembe
SAO MARTINHO DO PORTO ÜZERİNDEN İÇLERE
Sabah yağmurluydu. Kahvaltı salonunda güler yüzlü,
yaşlıca bir garson karşıladı. Babacan bir beyefendi. Teresa ile hararetli bir
sohbete koyuldular. Manzaralı bir yol ve bana görülecek yerler öneriyormuş.
İstanbul’dan geldiğimi öğrenince gözleri parlayarak “Fenerbahçe!” demişti.
Takımın Portekizli oyuncusu Raul Meireles’in amcasıymış!
Buradan
bir an önce çıkmak istiyordum ama Teresa seramik fabrikası ile kaplıcaların
tarihi kısmını bir göreyim istedi.
Kraliçenin
kurduğu tarihi şifa yurdu kapandıktan sonra Caldas da Rainha eski önemini,
harapça yapılara bakılırsa ışıltısını kaybetmiş. Ama belli ki alımlı bir
yermiş. Geniş parkları, güzel taş yapılarıyla eski yerleşim şimdikinden çok
farklı.
Keskin
hicviyle güce meydan okuyan Rafael Bordalo Pinheiro buralıymış. Karikatürist,
seramik tasarımcısı, heykeltıraş, illüstratör, Portekiz’in ilk çizgi roman
yaratıcısı. Doğumunun 170. yılı kutlanıyordu.
Şehri
ünlü eden seramiklerin üretildiği fabrikayı o kurmuş. Seramikler bir vakitler
pek gözdeyken demode olup unutulmuş, şimdi yeniden artan bir rağbet görüyormuş.
Belli zamanlar gezilen fabrika yerine satış mağazasına göz attık. Lahana,
balık, patlıcan biçimli servis tabak çanakları derken Rafael Bordalo Pinheiro
çizgilerinden grotesk figürler.
Raul
Meireles’in amcasının tavsiye ettiği kıyı yoluna Sao Martinho’da kavuştuk. Yol
göbekten geçilmiyordu. “İnsanları bıktırıp otobana yöneltmek amacıyla
olduğundan kuşkulanıyorum.” Daha beteri buralarda işaretleme ya kötü ya da hiç
yok. Böylece hemen her birinin etrafında bir tur attıktan sonra nereye
sapacağımıza karar vermekten serseme döndüm. (Tersi belirtilmedikçe son
gösterilen yönde devam et diye genel bir kural çıkardım. İşe yaradı.)
Ağırlıklı
olarak İngilizce ama üç dilde konuşuyorduk. Portekizceye ilişkin sorular sorup
duruyordum.
“Martinho
mu? Portekizliler –cık ekine bayılır. Lokantada bir çorbacık istersin,
ayacıkların yorulur, evciğini özlersin. Tanrının azizine bile Martincik
dersin!”
Aziz
Martincik, dar ağızlı geniş bir koy. Yerleşimin büyük kısmı, deniz
rüzgarlarından korunmak için olsa gerek koyu çevreleyen tepelerin kara
tarafında. Su tarafında kumsal ve kumullar ile havuzlaşmış güvenli bir deniz
var. Kumlar sabah atıştıran yağmurla koyulaşmış, hala ıslak.
Nazaré’ye
kadar dar kıyıdan devam ettik. Bahar çiçekleriyle kaplı dik yarlar, aşağıda
uzanıp giden bakir kumsallar.. Çok güzel bir yol.
Tek
tük ev için “Bunlara göçmen evi” deriz dedi. “50’ler, 60’larda ülkeden çok göç
oldu. (Eğitimsiz, umutsuz insanlardı. Portekizlilere ilişkin olumsuz klişeler
onlarla oluştu. Bugün yeni kuşaklarla biraz aşılsa da hala direnen kalıplar
var. Beni görüp aa bıyığın yokmuş, çok da kültürlüsün, biz Portekizlileri, hele
kadınlarını öyle bilmezdik diyen çok.) Tatillerde dönmek için göç ettikleri yerlerin mimarisine heveslenen yazlıklar yaptırırlar. Kar nedir bilmeyen
bölgelerde dimdik şale çatıları filan görürsün. Ne kadar başarılı olduklarını
dosta düşmana göstermek için heyula gibi lüks ciplerle gelirler –bir kısmı
kiralıktır bunların.”
Nazaré’den
içe saptık.
“Burası
tipik bir balıkçı kasabası. Diğer adı ‘Dul bıraktıran’ ya da ‘7 etekler.’
Kocalarını denize kurban veren kadınlar geleneksel yas kıyafeti yedi eteğe
bürünür.”
Keskin dönüşleri hoşuma gitmeye başlayan mizah anlayışıyla dayanamadı. Gülerek, “İşe geç kaldıkları sabahlar suçu altı ya da yedinci eteklerine yükleyiveriyorlardır tanrı bilir” dedi.
Alcobaça
(alkobasa).
“Al
ile başlayan isimler –Almedina, Algarve vs- Arap etkili fakat Alcobaça adı Alco
ve Baça adlı iki ırmağın burada kesişmesinden. Tarihi Roma’ya kadar uzanıyor
ama bugünkü yerleşim 12. yy’dan kalma bu manastır etrafında oluşmuş.
Etkileyici, sevdiğim yerlerden. Görmeni istedim.”
Gerçekten
de 200 küsur metre uzunluğuyla haşmetli bir yapı. Hiç süssüz kilisesi
alışılmadık bir aydınlıkta. Huzur veriyor.
“Bütün
o bezemeler, tarzlar tamam, sanat tarihine meraklıysan ilginç ama tanrıya,
ruhuma, adına ne diyeceksen, daha derin bir temas peşindeysem geleceğim yer
burası.”
Evet.
Manastır, dev davlumbazları ve
ırmaklardan birinden buraya çektikleri kanal ile mutfak da ilginç.
Manastırların iç bahçelerini çevreleyen revaklarda dolaşmak hoşuma gidiyor. Onlarla
en yakın duygusal ilintiyi buralarda kuruyorum. Sütun ve kemerlerin iç içe
geçen tekrarında insanı yatıştıran, trans ya da tefekküre sokan bir şeyler var
sanki.
Öğle üzeriydi. Teresa yoldan geçen birini durdurup yemek için nereyi tavsiye ettiğini sordu. Arka sokaklardan
birinde gayet temiz, leziz bir lokantada balık yedik.
Balça nehri incecik kalmış; bir daha
gelmek için tükürüğümü isabet ettirecek kadar bile suyu yoktu. Alco daha iyi
durumdaydı.
“Geleceğin savaşlarının su yüzünden
çıkacağını söyleyenler haklı olabilir.”
Otobanı bırakıp iki şeritli yolları
tutmak iyi fikir. Köy, kasaba, müthiş bitek tarla bahçe arasında yolun
kendisini hedef yapmak.
“Batalha (batalya) özellikle kilise
kompleksinin bitmemiş şapelleriyle etkileyici.”
Buranın savaş anlamına gelen adı,
Kastilya hakimiyetine karşı 1. Joao önderliğinde yakınlardaki Aljubarrota’da verip
kazandıkları mücadeleden geliyor (1385). Zaferin ardından kral adağını yerine
getirerek Meryem Ana’ya sunduğu Santa Maria da Vitoria manastırını yaptırmış. Böylece
bu yapı Portekiz’in bağımsızlığının simgesi olmuş.
Muzaffer gencecik kralın atlı heykeline bakarak karakter analizine giriştim:
“Anasının oğluymuş. Layık olmak için
didindiği babasından ise kendini bildi bileli nefret etmiş..”
Teresa
gülüp sanat tarihi açıklamalarına devam etti. Biletimi alıp tek başıma
manastıra girdim. Kralın Dominiken rahiplere bağışladığı manastırı tarikatlarının
19. yy’da dağıtılmasına kadar onlar kullanmış. İç bahçe, evet. Tonozlar, evet.
Kemerler, evet. Bol lahit, kaçınılmaz süslemeler. Tamam. Sonra dışarıdan
dolanarak ünlü bitmemiş şapellere girdim ve vuruldum. Nedenini bilemiyorum. Kubbe
eksiğiyle olanca görkemleriyle oradaydılar. Akşamüzeri güneşini arkadan alan
yüksek vitrayların yansıması yağmurun aşınmış taş zeminde kalan birikintilerine
düşüyor, korunaklı olması gereken iç mekanda sert bir rüzgar dolanıyor, saçımı,
yüzümü, yansımaları ürpertiyordu.
Tamamlanmamışlık kusursuz bir tamlık
iddiasıyla çatışıp onu beş paralık ettiğinden miydi bu etki? Fazla da
kurcalamadım. Etkisini duy, nedenini sorma.
“Coimbra?” (kuimbra)
“Coimbra!”
Annesinin memleketiymiş. Çocukluğunda
yakınlarda kaybettiği babasının aileyi getirdiği tatillerin anılarını anlattı.
Abisiyle Medina kapısında oynadıkları oyunları, şehrin iç gıcıklayan duygusunu.
Lizbon ve Porto ile birlikte içinden,
kenarından ırmak geçen üçüncü kent. Ülkenin ilk başkenti ve en eski üniversite
şehri. En yukarıda üniversite (ve tembelleri dürtüp duran çanları yüzünden
öğrencilerin Kaltak adını taktığı kule) ile tepeden aşağı akan tarihi dokusu,
kıyıdaki kolonyal garı, Rio Mondego (ülkenin EN uzun nehri) üzerindeki modern
köprüleri, yeşilden de hiç geri kalmayışıyla pek güzel görünüyor. Üstelik koca
şehir; turdu, transferdi, seçeneği boldur.
Teresa istasyonun karşısındaki kiliseyi
işaret ederek bir süredir ballandırarak anlattığı lokantayı orada kime sorsam
göstereceğini söylüyordu. “Adı Zé Manel ama Kemikler lokantası desen de herkes
gösterir.”
Adı Almedina olduğuna göre otel de
şehrin aynı adlı bu eski kısmından uzak olmamalıydı. Gerçekten de bu sefer
elimizle koymuş gibi bulduk.
Coimbra ile Porto arası bir de
Portekiz’in Venedik’i dedikleri Aveiro (aveyru)’yu görmek istiyordum.
Resepsiyondaki gayet akıcı İngilizce konuşan görevliye sorularımı kendim
sorarken artık tur düzenlemediklerini öğrendim. Kapanmak üzere olan turizm
ofisine danışabilirdim ama.
Teresa’nın arkamdan mırıltıyla homurtu
arası “Pekala, yarın şehir turu ve Aveiro'nun ardından seni Porto'ya götürüyorum ama bu
gerçekten son-son gün” dediğini işittim. Ekledi: “Neden böyle yufka
yürekliysem?”
“Belki biraz da bu turda benim kadar iyi
vakit geçirdiğindendir?”
Çok sevindim tabii. Körün istediği bir
göz.
Arabayı bırakıp ufak bir tur için
çıktık. Kemerli kapısından Medine’nin bel büken dedikleri dik yokuşlarına
vurduk. Kare planlı geniş Santa Cruz meydanına geldik. Meydana adını veren
kiliseyi gezdik. Apsisinde Portekiz’in ilk iki kralının karşılıklı lahitleri
yer alıyor. “Ben bu en kutsal köşenin İsa’ya ait olduğunu sanırdım” dedim.
“Hem sizde insanlar mezar gördü mü kimin ve ne zamandan olduğuna bakmaksızın dua
etmeye koyulmaz mı?” Yokmuş öyle bir adetleri.
Meydan, eski şehir.
“Burası hoşuna gitmişe benziyor.”
“Çok güzel. Muito bem?”
“Daha dur.”
Kiliseyle aynı adlı bitişikteki eski
kahve oturaklı tavanı, ufak altıgen mermer masaları, ağır masif tahta
panelleri, pencereleriyle harikaydı. Meğer kilisenin bir kanadını kahveye
dönüştürmüşler. Ufacık sahnesinde iki sandalye, Coimbra tarzı (boynu gözyaşı
biçiminde sonlanan) bir fado gitarı.
Köprüden karşı yakaya, bir boy yürüdük. Üst
üste gelen taşkınlara karşı önlemlerini sonunda almışlar ama güzelce restore edildikten
sonra yeniden sular altında kalan tarihi bir kilise için çok geçmiş. Birkaç metre
yükseklikte mil altında kalmıştı.
Medine’ye dönüp arka sokaklardan Zé
Manel’in dar geçidini bulduk. Yedi buçukta açılmasına fazla kalmamış, önünde şimdiden
yirmi kişilik bir kuyruk oluşmuştu. Japonlar, Fransızlar.. Bu ufak lokanta öyle
gözdeymiş ki kapısında beklemek (beklerken kurulan ahbaplıklar) bile deneyimine dahil bir hoşluk sayılırmış.
Çok geçmeden sahibi Zé kağıdı kalemiyle görünüp
her grubun kaçar kişilik olduğunu not etti, içeri girip masaları düzenledi,
yeniden çıkıp bizi yerlerimize götürdü.
Duvarlar masaların beyaz kağıt
örtülerinden koparılan parçalara bin bir dilde yazılan kat kat notlar, şiirler,
mesajlardan görünmez olmuş. Kağıtlar arasından burada olması dünyanın en doğal şeymiş
gibi gözlüklü bir yaban domuzu kafası uzanıyor. Gıcır gıcır çelik tezgah mekanın
geri kalanının köhneliğiyle çelişiyor.
Et (keçi, domuz), sakatat, bir iki deniz
ürünü ile yerel mutfağın kendine özgü çeşitlerine yumulan insanlar bir süre sonra
masadan masaya söyleşmeye başlıyor. Havanın ısınmasında Zé ile garsonlarının sözde
atışmasına dayalı tuluatla garsonların müşterilere takılmasının da rolü var. Komedi,
mönünün parçası.
Teresa’nın önerdiği kemikli eti (ya da etli
kemik) denedim. Lezzetli ve eğlenceli bir yemek oldu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)