Ayasofya yılın, hava-ışık durumunun o anı ve denk geldiği ruh halimle her defasında farklı bir yanı ön plana çıkan yer. Kendine özgü, tekrarlanmayan bir izlenim bileşimi oluşturur durur.
Kubbesi evet, tabii, insanı küçülten, yutan boyutları, fırdolayı içeri aldığı ışık.. Bütün bunlardan yeniden etkilenerek dolaştım. Loş bir gündü. Gölgeler Ortodoks bir koyuluğa gelirken mekanın üzerimdeki kuşatıcılığının arttığını hissettim.
Fotograf çekerek yürür, durup dönerken gözümle kamera üst galeride mermer zemine aynı anda takıldı.
Gördüğüm, anlamından önce gücünün çekimine kapıldığım bir hikayeydi.
İzler.
Uzayan, kırılan, birleşen, ayrılan, örümceğinki gibi bir ağda dört bir yana çakarak yayılmış çatlaklar.
Dikkatim mimarinin tanıdık görkeminden, bezeme ve mozaiklerden, ziyaretçilerin esinleyeceği nice öyküden çekilip olduğu gibi bunlara emildi.
Bırak tarihin anlaşılır yazımlarını, Ayasofya’yı zamandan sızmış bu izlerden oku. Okuma, hisset. Depremleri, savaşları, talanları, huşu ve ibadeti. Çağların ve yeryüzünün çentikleri bunlar.
Fotografa baktıkça karanlık odasının eczasında belirginlik kazanan imge gibi bir anlam görür oldum.
Başka bir kültürün çözülmemiş yazısına dönüşen bu izler aynı anda somut ve ötesiydi. Kesif, yakıcı bir sıvı benzeri bir kez döküldükten sonra uçup gitmiş insanlarca insan yaşantısının fiziksel kalıntıları. Doğanın kayıtları.
*
Sonra avuçları düşündüm, insan yüzlerini. Taşa değil de ete işleyen aynı gidişi.
Hiç bu kadar güçlü bir ses olarak duymamış olduğumu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder