İçimi ısıtan, ondan öte hamurumu karmışlardan epey anım da var bu şehirde. Ama çulumu başka yere sereli on altı yıl olmuş, Ankara’ya gelişlerimde aşinalığın görmezden gelişi, hoş görüşü, görmemesi artık yok.
Modern bir şehirden beklenecekler (yürüme kolaylığı, makul bir trafik haritası, yeşil alanlar, ferahlık duygusu veren başka avuntular) hızlı bir gerçekçilikle bir kalem geçildikten sonra medeti kendine özgülükte arıyorum. Hazır-yavan çözümleri sırtlanmaktan yayılan kişiliksizliktense hayatın sindirile sindirile biçimlendirdiği bir geleneksellikte. Bir iki cep, derlenip toplanan iki üç yamadan gayrı onu da bulamıyorum.
Oyunu bozan o olduğu için rastlandığında özen ayrı irkiltiyor.
Geride kalan, bir taşra sağlık ocağının bekleme odasındaki dipsiz bekleyiş duygusu. Yerleşiklik değil, yığılma hissi veren derme çatma bir geçiş döneminde havaya asılıp kalmışlık.
Bir tek eşi benzeri olmayan bozkır göğü kalmış bana. Sıkışan, acıyan, soluk alacak boşluk arayıp bulamayan gözlerimi gündoğumu, batımındaki renk-ışık değişimi zenginliğine salıyorum.
Sonra da faltaşı gibi kapıyorum.
30 Ocak 2013 Çarşamba
26 Ocak 2013 Cumartesi
FRAGMAN
ABD-Norveç sınırındayım. Özenle biçilmiş yemyeşil çimlerle bir çiftliğin çitsiz arka bahçesi burası. Muazzam bir falez üzerinde. Aşağılarda duru mavi deniz. Gözüm onda. Tek katlı, yalın, güzel bir çiftlik evi. İçinde çok yaşlı bir kadın oturuyor, pek görmüyor ama biliyorum. Kahya (herhalde) geliyor. “Sınır çizgisini Yaklar oluşturuyormuş, öyle mi” diyorum. Aynı anda gözümde canlanan resim: Boynuzları Afrika antilobunu andıran, bir yandan otlarken durmadan yer değiştiren apak Tibet öküzleri. İçimde bir yanımın irkilerek geri çekildiğini hissediyorum. “Bunu da nerden uydurdun şimdi ayaküstü” der gibi. Ama büyüsüne kapıldığımız kurgu bir anda gerçek gibi gelmeye başlıyor. Kahya ise şaşırıyor hafif. Bilmiyordum, diyor.
20 Ocak 2013 Pazar
ANstantane
“Esen rüzGARlaar, hatırlatır seni BAnaa!”
Kılığı kıyafeti yerinde, kır bıyıklı, sarhoşa benzemeyen bir adam.
Yanından geçerken “Sizin bu kasıntı, ikiyüzlü ciddiyetiniz!” diye haykırdı. Sadece ben vardım ama tükürür gibi söylediği belli ki sırf bana değil.
*
Şurası güney-batıysa esen lodos. Hafif. Korunun otlak zeminini şöyle bir dalgalandıracak kadar.
Bıkkın kırma, iri köpeği yattığı yerde koklayıp geçen kedinin yanından dolandım.
Diplerde bir masaya oturdum.
Sırtım tahta koltuğun mindersiz ızgarasında, izledim. Boş bir sofra örtüsü gibi etrafıma serilen ana bıraktım gelen gelsin.
Gözleme kokusu.
Bir ses hattı boyunca şeften garsona, oradan ocakbaşına iletilen siparişler.
Bulutların hareketiyle çimler ve ağaçlar üzerinde yer değiştiren gölgeler, parlamalar.
Kesik, çevik hareketlerle ağaca tırmanan kızıl sincap, peşinden ikincisi.
Kalın-yakın uçak gümbürtüsü.
Siyah-beyaz pırpır ederek havalanan bir saksağan.
Sol arkamdaki çiftten kadının ılık bir tutkuyla sürdürdüğü monolog.
Sağ arkamdaki masada erkeklerin dünyanın en önemli şeyiymiş gibi (o anda kuşkusuz öyle de) iş hayatlarını heyecanlı, sesli hikaye edişleri. (Hepsini bastıranın ağzına tek lokmada attığı sıcak kestaneyi dilinin bir orası bir burasına telaşla çevirerek halletmeye çalışır gibi konuşması.)
Başka uçak gümbürtüleri.
Kaynama noktasına yaklaşan su yüzeyindeki kabartılar gibi aralıklı ve seyrekken çoğalıp birleşerek tek bir uğultuya dönüşen daha sesler.
Büzülerek, oturduğum yerin üç bin, dört bin yıl önceki sessizliğinin hayaline kaydım.
*
Kır bıyıklı adam yol kenarında bir banka kurulmuş, rüzgarlarını estirmeye devam ediyordu.
Bayırı önümde tırmanan kerli ferli adamdan saati sordu.
Neydi, nasıldı ki zamanla onun ilişkisi?
Sonra ne olursa olsun cevapla değişecek görünmeyen nakaratına döndü:
“..hatırlatır seni bana!”
14 Ocak 2013 Pazartesi
İZLER
Ayasofya yılın, hava-ışık durumunun o anı ve denk geldiği ruh halimle her defasında farklı bir yanı ön plana çıkan yer. Kendine özgü, tekrarlanmayan bir izlenim bileşimi oluşturur durur.
Kubbesi evet, tabii, insanı küçülten, yutan boyutları, fırdolayı içeri aldığı ışık.. Bütün bunlardan yeniden etkilenerek dolaştım. Loş bir gündü. Gölgeler Ortodoks bir koyuluğa gelirken mekanın üzerimdeki kuşatıcılığının arttığını hissettim.
Fotograf çekerek yürür, durup dönerken gözümle kamera üst galeride mermer zemine aynı anda takıldı.
Gördüğüm, anlamından önce gücünün çekimine kapıldığım bir hikayeydi.
İzler.
Uzayan, kırılan, birleşen, ayrılan, örümceğinki gibi bir ağda dört bir yana çakarak yayılmış çatlaklar.
Dikkatim mimarinin tanıdık görkeminden, bezeme ve mozaiklerden, ziyaretçilerin esinleyeceği nice öyküden çekilip olduğu gibi bunlara emildi.
Bırak tarihin anlaşılır yazımlarını, Ayasofya’yı zamandan sızmış bu izlerden oku. Okuma, hisset. Depremleri, savaşları, talanları, huşu ve ibadeti. Çağların ve yeryüzünün çentikleri bunlar.
Fotografa baktıkça karanlık odasının eczasında belirginlik kazanan imge gibi bir anlam görür oldum.
Başka bir kültürün çözülmemiş yazısına dönüşen bu izler aynı anda somut ve ötesiydi. Kesif, yakıcı bir sıvı benzeri bir kez döküldükten sonra uçup gitmiş insanlarca insan yaşantısının fiziksel kalıntıları. Doğanın kayıtları.
*
Sonra avuçları düşündüm, insan yüzlerini. Taşa değil de ete işleyen aynı gidişi.
Hiç bu kadar güçlü bir ses olarak duymamış olduğumu.
Kubbesi evet, tabii, insanı küçülten, yutan boyutları, fırdolayı içeri aldığı ışık.. Bütün bunlardan yeniden etkilenerek dolaştım. Loş bir gündü. Gölgeler Ortodoks bir koyuluğa gelirken mekanın üzerimdeki kuşatıcılığının arttığını hissettim.
Fotograf çekerek yürür, durup dönerken gözümle kamera üst galeride mermer zemine aynı anda takıldı.
Gördüğüm, anlamından önce gücünün çekimine kapıldığım bir hikayeydi.
İzler.
Uzayan, kırılan, birleşen, ayrılan, örümceğinki gibi bir ağda dört bir yana çakarak yayılmış çatlaklar.
Dikkatim mimarinin tanıdık görkeminden, bezeme ve mozaiklerden, ziyaretçilerin esinleyeceği nice öyküden çekilip olduğu gibi bunlara emildi.
Bırak tarihin anlaşılır yazımlarını, Ayasofya’yı zamandan sızmış bu izlerden oku. Okuma, hisset. Depremleri, savaşları, talanları, huşu ve ibadeti. Çağların ve yeryüzünün çentikleri bunlar.
Fotografa baktıkça karanlık odasının eczasında belirginlik kazanan imge gibi bir anlam görür oldum.
Başka bir kültürün çözülmemiş yazısına dönüşen bu izler aynı anda somut ve ötesiydi. Kesif, yakıcı bir sıvı benzeri bir kez döküldükten sonra uçup gitmiş insanlarca insan yaşantısının fiziksel kalıntıları. Doğanın kayıtları.
*
Sonra avuçları düşündüm, insan yüzlerini. Taşa değil de ete işleyen aynı gidişi.
Hiç bu kadar güçlü bir ses olarak duymamış olduğumu.
5 Ocak 2013 Cumartesi
BALGAM
Soğuk algınlığının tatsız bitiminde temizlenmek isteyen ciğerim öksürük nöbetleriyle silkelenirken işin kolayını tesadüfen keşfettim: Çeneni göğsüne eğmek yerine nefes borusu düzleşecek şekilde havaya kaldır, öyle öksür. Balgam tek hamlede çıkıyor.
İyileşmenin tatsızlığı da bu işlemi zorlaştırmada zaten. Gözlerinden yaşlar fışkırırken soluğunu kesen o çırpınış.
Atılmak isteyenin yolunu açtığında düze daha rahat çıkıyorsun.
Bazen develeri gerisin geriye pireye döndüren de böyle basit değişiklikler. Rastlantısal, beklenmedik keşifler.
*
Balgam sadece ciğerlerde değil, ruhta da rastlanan bir kıvam.
Yıvışık, biçimsiz, yoğun, atmak için debelendikçe ümüğüne oturarak gözlerinden yaş getiren, nefesini, hareketini kesen kalın bir örtü.
Altında donuk, kopuk, soğuk buluyorsun kendini. Hiçbir tutamak, kaldıraç noktası sunmuyor. Yakalayıp ateşini canlandıracağın bir kıvılcım. Enerjin, yeknesak uzayıp giden yavanlığına saplanıp kalmış.
Onunla birlikte batmak yerine objektifleştir:
“Bugün/bu sıra balgam kıvamındayım.” O kadar.
Başını önüne eğip bundan dramalar, kişilik tanımları, alınyazıları vesaire çıkarıp sonra bir de çıkardıklarına gömüleceğine hafifçe yukarı kaldır ve durum saptamasıyla yetin.
Ruhunun da nefes borun kadar çabasız açıldığını görüyorsun.
*
Basit değişiklikler.
Büyük hedeflerin istediği çaba ve zaman yatırımından ürküp kımıldamadan kalacağına yapabildiğini yap. Oradan buradan ufak adımlar, ayırabildiğin kadar vakit.
Ya hep ya hiç yerine ya hiç ya ne kadar oluyorsa o kadar demek.
Boruları bu da güzel açıyor.
İyileşmenin tatsızlığı da bu işlemi zorlaştırmada zaten. Gözlerinden yaşlar fışkırırken soluğunu kesen o çırpınış.
Atılmak isteyenin yolunu açtığında düze daha rahat çıkıyorsun.
Bazen develeri gerisin geriye pireye döndüren de böyle basit değişiklikler. Rastlantısal, beklenmedik keşifler.
*
Balgam sadece ciğerlerde değil, ruhta da rastlanan bir kıvam.
Yıvışık, biçimsiz, yoğun, atmak için debelendikçe ümüğüne oturarak gözlerinden yaş getiren, nefesini, hareketini kesen kalın bir örtü.
Altında donuk, kopuk, soğuk buluyorsun kendini. Hiçbir tutamak, kaldıraç noktası sunmuyor. Yakalayıp ateşini canlandıracağın bir kıvılcım. Enerjin, yeknesak uzayıp giden yavanlığına saplanıp kalmış.
Onunla birlikte batmak yerine objektifleştir:
“Bugün/bu sıra balgam kıvamındayım.” O kadar.
Başını önüne eğip bundan dramalar, kişilik tanımları, alınyazıları vesaire çıkarıp sonra bir de çıkardıklarına gömüleceğine hafifçe yukarı kaldır ve durum saptamasıyla yetin.
Ruhunun da nefes borun kadar çabasız açıldığını görüyorsun.
*
Basit değişiklikler.
Büyük hedeflerin istediği çaba ve zaman yatırımından ürküp kımıldamadan kalacağına yapabildiğini yap. Oradan buradan ufak adımlar, ayırabildiğin kadar vakit.
Ya hep ya hiç yerine ya hiç ya ne kadar oluyorsa o kadar demek.
Boruları bu da güzel açıyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)