30 Ağustos 2023 Çarşamba

LARA YOLU

GPS’e kıldan ince boynumu “Başla!” diye uzattım, “ben hazırım. Çıkar bizi bu şehirden, artık nasıl olur, onu sen bilirsin.”

Repertuarımı sınırlı sandın anlaşılan, aynı sürprizi (üstelik sürpriz filan da değildi, sadece sen okuduğuna inanmadın) üst üste yapar mıyım?! Bekle de gör dercesine beni kolumdan tuttuğu gibi Lara’nın kıyı tarafına çıkardı. Kıyı dediysem deniz görünmüyordu ama çoğu bol yeşil içindeki bu.. heyula tesisler olsa olsa sahilde olmalıydı. Önce geniş caddesiyle meydan gibi bir yere vardık. İç tarafta yüksek binalar, yayıldıkça yayılmış AVM’ler. Burası da ne demeye kalmadı, bambaşka bir yerde olduğum hissini derinleştiren mimari bir tür sirk geçidi başladı. Las Vegas taklidi kitlesel -ve kütlesel!- fantezi ürünleriyle ilk karşılaşmam Alanya çevresinde olmuş, ilk şoku atlatmıştım ama bunlar!.. Hazımsız bir midenin gündüz kabusuna giren Disney (onun bile!) karikatürleri gibiydi. Çok büyük, gümbürtülü olmadık isimleriyle de iddialı grotesk bir orgazm. (İsimlerden bir araya getirilmesi başlı başına birer oksimoron olanlar: Delphin Imperial, Delphin Diva, Delphin Palace, Nirvana Cosmopolitan. Ve dahi Swandor, Kremlin Palace..) (İsim demişken, maruz kaldığım yegane sevimli ad, bu bölgenin bir Afrika dili gibi tınlayan ismi oldu: Kundu.)

Trafik yoktu, yaya da artık, önlerinden ağzı açık bir seyir halinde geçebildim.

Dev bir park içinde gibiydik. Yeşil, koyu yeşil. Sol tarafta artık yalnızca fıstık çamı ormanı, sağda epey aralıklı, kiminin cephesinin bile şaşalı taç kapılar ardında görünmez olduğu acayiplikler, böyle gür bir doğa içinde büyük bir camekan dolusu suda seyreltilmiş çini mürekkebi damlaları gibi duruyordu şimdi.

Hayret yerini düşüncelere, sorulara, anlama isteğine bıraktı.

Neydi bu? Ağır sanayi çağında turizme bacasız sanayi derdik, şu seyreylediğim ise insana keşke bacası olsaymış da içinde işe yarar şeyler üretilseymiş dedirtiyordu.

Görsel tecavüz meşru muydu?

Eğlence ne demekti, zincirsiz tüketimin “Al, bunu tüketeceksin!” diye dayattığına parayı basıp bunu da tatil özgürlüğü filan sanmanın keyfi mi?

Buralara tıkılanlar kendilerini aşağılanmış, fena halde gülünç düşürülmüş hissediyor muydu?

Orta üst ve (artık sadece) yabancıya gözünü dikmiş kitle turizmi, evet. Hele bu çağda kitlenin (kulağa ne de güçlü geliyor değil mi, oysa hepi topu güdümlü tüketim kuklaları topluluğunun) nicel ağırlığı altında bireyin itirazı ne görülür ne işitilir ne (haliyle) kale alınır. Buldozerin önünde bir demet ot say sen kendini!

Ekrandaki haritada hâlâ Lara Turizm Yolu diyordu ama çevreyolunun paralelinde (?) hiç bilmediğim, gördüysem bile bu hali yepyeni bir bölgede ta Belek’e kadar aklıma nakşolan bir gezinti düzenlemiş bana GPS. Sağ olsun.

29 Ağustos 2023 Salı

KEKEME BİR POMPACI

Göç vakti geldi. Petri kabında bir bakteri kültürü iştihası ile ben el attıkça çoğalan çıkınlarımı yükledim.

Meteorolojik rivayete göre gök gürültülü sağanaklar bekleniyordu, tatlı bir güz havasında yola koyuldum -gerçi yolda son seferden beri bir kez daha zamlanıp 40 Perişan Türk Lirasına dayanan benzin almak için durduğum istasyondaki genç kadın pompacı, Milas’ta gece kıyametler koptuğunu söyledi. Mutlu bir ifadeyle “İlk kez mis gibi uyudum” diye ekledi.



Yatağan yoluna vurduğumda trafik sakinledi. Yeri güzel, yerleşimi yürek ve göz deşen Kale, Acıpayam, Korkuteli boyunca tenhalık da, tatlı hava da sürdü. Bir ara şöyle bir atıştıracak olduğu kadarı da kirine bir kat daha eklemekten öteye gidemediği arabayı ucuz maskarasını ağır göz yaşlarının akıttığı bir kadın yüzü bulamacı haline getirdi.

Dağdan aşağı, Antalya düzlüğüne inerken ta yukarılarda toplanır gibi olan bulutlardan başka değişen bir şey yoktu. Birden ısınıp nemlenen hava dışında tabii. Klimayı açarken gözüm GPS’e takıldı. 17 km kalmıştı ama varış 57 dk sürecek görünüyordu?! Yavaşça çoğalan şehir trafiğinin düşündüreceği şey değildi, üzerinde durmadım. Nitekim bir göbekten dön dediği uzunca bir ara yol neredeyse boştu. Varış tahmininin birden daha da uzadığı an Hanya ile Konya’yı anladım. Donmak üzere bir magma akışının içine düşmüştüm.

Benim fink attığım Antalya tek ana girişi, iki de ana çıkışı olan uzunca bir sindirim borusundan ibaretti. Doğudan gelir, Lara’ya girer (bir büyücek otel ile tek tük pansiyonları, yazlıkları vardı), uzunca bir yol alıp şehre varır, avuç içi merkezinde konaklar, etrafında bir iki yere uzanır, kıyıda Kemer ya da içlerde Korkuteli tarafına devam ederdin. Yıllar sonra ilk gelişimde benzeri her yer gibi şaşırıp kaldığım bir obez midesine dönmüştü bu derli toplu, yaşanabilir ölçekli, sevimli yer. Her yöne yayılmış, eklenenlerle kat kat yığılmış, onca lüzumsuz yağ tabakasını beslemek için metrelerce uzayan kılcal damar ağları misali yollar, sanki önden düşünülmeyen sorunlara çözüm taşımak üzere arkadan koşturmuştu. Alt geçitler, üst geçitler, göbekler, ordan burdan yan yollar, daha daha kıvrım büklüm yol, köprü.

Bu spagettiye bulanmayayım diye kalacağım yeri Lara’dan seçmiştim. Sigara dumanı gibi dağılıp gitmiş geçmişten bir imge olarak kalan Lara’dan. Fiyatları birkaç bine fırlamamış bir yer bulmuş, iyi işte doğruca giderim demiş ve meğer ne yaman çuvallamışım! Karış karış ilerleyen üç şeride yan yollardan sürekli yeni lava ekleniyor, GPS tahminini ileri doğru güncelledikçe güncelliyordu.

Kendimi bir Opet/Aygaz istasyonuna attım. Pompacıya yolu da sordum. Uzun uzun yüzüme baktı. Çok düşünceli bir hali vardı. Neden sonra patlamalı bir cümleyle nereye gidiyorsun tam dedi. Söyledim. Tükürüğünü toplar gibi durdu yine. Sonra gözlerini yuma aça, mısır patlatır bir patapatayla başladı. Kekemeymiş. Yan yollardan, göbeklerden, kanal boyundan söz etti. Ödemek için içeri girdim. Tuvalet hizmet dışıydı, arabaya şöyle bir basınçlı su tutsam, böyle orman kaçkını gibiyiz olanca kiriyle o, yolda rüzgarın birbirine kattığı saçlarıyla da ben ama hayır, o bölmeleri de çalışmıyordu şu an, bari biriken puanımı hesaptan düşün, o da bu şubelerinde olmuyordu. Hırlayarak (sonra da dönüp bir kaşımı kaldırarak kendime bakıp “Oradaki kızcağızdan ne istiyorsun ki?” diyerek) çıkıp fişi uzattığım benzinci, olanca gayretiyle “Anladın değil mi?” diyerek tarifi tekrar etti. Burada bulduğum bu beklenmedik destekle duygulanarak teşekkür ettim. Kızgınlık, gerilim insana kolayca unutturuyor. Sezar’ın hakkı Sezar’a. Daima.

GPS pompacıyla aynı görüşte değildi. İkircikli bir yönlendirmesinde yanlış tarafa, birden boşalan bir artere çıkınca hemen toparlayıp günün bu alakasız vakti tam bir cinnet haline gelmiş trafiğe beni geri soktu. Kaza mı vardı acaba? Belki yol yapımı? Ama hayır, emin olamadığım son bir dönüşte (yanlış idiyse bunun da dönüşü kim bilir daha ne kadar sürecekti?) vardığım “akıllı göbekte” işin aslına uyandım; her yönden trafiğin aynı çılgın yoğunlukta olduğu bir yerde bu göbekler kilitlenmeye davetiye! İşte, hemen karşımda; herkes, mutat, aynı anda girmeye çalışıp akışı kilitliyor.

Birden bir yan yola saptırdı. Daha akıcı gibi. Derken ondan da ayrıl deyip olmadık bir yan yola daha ve kanal boyundaydık. Benzincide sormamış olsam kuşkuya kapılır, aynı anda da nerede olursa olsun, bir yerlere kımıldayabileyim de derdim. Daracık bir topraktan yeni terfi etmiş asfalt yoldu. Bir yanı doğrudan kanal, diğeri seraların hendekleri. Karşıdan gelen minibüslerle balkon parmaklıklarında karşılaşan kediler gibi geçiyorduk. Artık kalan km sayısı, sürenin biraz altındaydı. Oraya dön, buraya dön ve Lara’ya geldik!

Burada caddeler, sokaklar geniş ve boş. Eski Lara’nın ferahlığından kalan bir şeyler olmuş demek. GPS’in “Hedefinize vardınız!” buyurduğu yer ise toz toprak bir arazi. Ağzım açık bakınırken ucundaki araba yıkayıcısına sordum. Basınçlı suyun şamatasında ağzının kenarıyla şurası diye kafasıyla işaret ettiği toprak açıklıkta park edip oradaki apartmanın havuzuna giren aileye sordum. Şurası diye yan çitin öte yanını gösterdiler. Girişi ne orada, ne arka taraftaydı bu yerin ama en azından böyle bir yer vardı demek, bir de nasıl ulaşacağımı buldum mu Kaf Dağına vardım demektir! Sokağa dönüp çitin ardındaki, lokantayı andıran yerdekilere sordum. Burası dediler, kapı az ötede.

Kendimi deniz kazazedesi gibi attım, kapı kartımı alıp asansörsüz 3.kat odama tırmandım.

İnternette bulduğum ehven yerler arasında en iyisiydi. Makineleri (buzdolabı, klima) ile yoğun bakım hırıltı ve homurtulu ama insan gürültüsüz. Akşamın yedi buçuğunda serildim, ezan avazıyla fırladığım derin ve uzun bir uykuya yuvarlandım.

Zarif çözümler



mükemmel bir estetik sezgi. Bana şehirlerini söyle, sana gerisini diyeyim

*

NOT: Sabah beni beklenmedik bir kahvaltı büfesi karşıladı. Yumurtanın her halinin yanı başında çok lezzetli bir brokoli salatasıyla başlayan her çeşit kahvaltılık sebze ve bol yeşillik. Kahve gibi kahve, çay gibi de çay. Salamı, sosisi, açması, poğaçası ile kahvaltı eden tabii ama yükte hafif, pahada ağır şeyleri tercih edenlerin de düşünülmesi ne güzel olmuş.

21 Ağustos 2023 Pazartesi

KANAL BOYU

Amcamları (dilerim sadece) bu sezonluk son ziyaretimdi. Onu her seferinde daha da iyi görmek ne güzel. Çöküşün belirgin olduğunu, artan takatsizliğini söylese de içim gözümün gördüğüyle sevinmekten yana.

Bu defalık beni bekleyen sorular yoktu. Daha çok şiir ağır bastı. Fazla bir şey ummadan bana da sevdirmeyi dilediği şiir.

“Hayatımın birçok dönemecinde beni ayakta tutan şiir oldu. Ankara, Hergele Meydanında bir otelde kalıyordum. Köhne bir fukara oteli. Üst katlar öğrencilere ayrılmıştı, 5. katta bir odada. İnsanın içini karartan bir yerdi. Bir gün birden bir şiir aklımdan akmaya başladı; hafif yelde dalgalanan soluk perdeler.. Silkindim! Beni anlatıyordu. Bu döküntü odada kederimle tek başıma değildim, yalnız değildim, bunu yaşamış başkaları da vardı. Derin bir oh çektim ve o gece huzurlu, deliksiz bir uyku uyudum.

“Şiirleri üstelik de kolayca ezberlerdim. Dağarımda belki 60-70 olmuştur.”

Hâlâ da epeycesinden irice parçalar orada. Ama harcı eskiyen havuz mozaikleri gibi aralarda dökülüp gitmiş de nice dize, sözcük, doğruluğundan emin olamadıkları da var.

Yeniay eşliğinde akşam yemeğinin sonlarına gelmiştik ki “Senden ricam şu şiirin 3 ve 4. dizelerini bulur musun” deyip başladı:

Southern trees bear strange fruit
Blood on the leaves and blood at the root

Telefona tuşladım, cevap pat diye geldi:

Black bodies swinging in the southern breeze
Strange fruit hanging from the poplar trees

Lewis Allan mahlaslı birinin linç kültürü üzerine şiiriymiş amcamın teatral okuyuşuyla daha da ürpertici olan Strange Fruit. (Billie Holiday’in bulduğum sesinden dinletmek isterdim ama hiç hoşnut olmadığı işitme cihazlarıyla.. https://www.youtube.com/watch?v=-DGY9HvChXk)

“Şiirler..” diye dalıp gitti. “Köyde, aysız geceler Yılmaz amcanla kanal boyu yürürdük. Elektrik olmadığında yıldızlar çoğalır, sonsuzluğa bakarsın. Evler geride kaldığında Yılmaz, ‘Hadi efendi, başla’ der, ben de ezberden şiirler okurdum. Çıt çıkarmadan dinlerdi.”

Bu sefer her zamankinden sık şiirler mırıldanıyor, bir sözcükte takılıp yüklü bir engellenmişlikle yeniden, yeniden alıyordu. Kitap okuyamaz olmuş, “Beni ayakta tutan bunlar” diyordu.



Ve azmi. Sabah erkenden kalkıp ufak bahçesinde ot yoluyordu. Sığ toprak bir yandan, susuzluk diğer, çim yetiştirmekten vazgeçmiş, yerlilerin topalak dediği arsızları yolup tavşankulağı vb yeşillere yol veriyordu o da. “Hiç değilse yeşil olsun.” Akşamüzerleri de 5 dakikası bastonsuz, 10 dakikalık yürüyüşler. Dengesi kırılgan, nefesi sığ, olsun, zorlayabildiği yere kadar.

*

Oyunumuz benden geldi. Artık fotoğraf çekmiyor musun, dedi. Pek çekmiyorum dememle kendimi yalanlayacak bir dürtüyle gözüm not kağıdı olarak kullandıkları eski takvim rulosunun hipnotik göbeğine takıldı. Fırlayıp çektim. Sadeleştirdim. Gösterdim. Ne olduğunu çözemedi ama hayran kaldığını söyledi.

“Ne deriz şimdi buna?”

“Bilmem. Adı gelmedi.”

Çok geçmedi, o da geldi. Önce İngilizce.

“Beauty in random order.”

“İşte!” diye heyecanla ellerini iki yana açtı. “Harika! Diyorum ya, sen İngilizce düşünüyorsun! Peki Türkçesi?”

“O da gelir” deyip bıraktım. Düşünerek bulamayacağın şeyler bunlar. Olmadık bir anda düştü:

“Aranmamış güzellik.”

Gözü gösterdiğin şeyi gören bir insan ne kadar aşka getirici! Sen misin fotoğraf çekmiyorum diyen, peş peşe yakalar oldum. Kahvaltı çanağımı hazırlarken soyup attığım salatalık, domates, biber kabuklarının üst üste düşüşü, pazar dönüşü mutfak tezgahından kaptığım acı biber demeti. Hepsi aynı diziden: Aranmamış Güzellik. Gösterdiğimi görüp heyecanlanmasında toprağımı çapalayan ne kadar gencecik, yaşsız bir enerji. Bu sabah da verandanın ferforje parmaklığına dolanan yaseminle büyülendik birlikte.

“Adını siz koyun.”

“Yok, o beni aşar” deyip bir süre sonra mahcup bir denemeyle “Dancing?” diye önerdi.

“Çok güzel! Tam öyle. Organically Entangled peki? Organically’de bir kelime oyunu var; hem canlı hem de bir şeyin özüne ait, özünden gelen anlamında.”

“Gören sensin. Şu dolambacın güzelliğini görür, etkilenirim ama ben bu kadar derinine inemem.”

Söylediği az şeymiş gibi! Keşke 92 yaşında bir çıra ile tutuşmaya hazır bir heyecan barındırmanın ne müthiş olduğunu da ona gösterebilsem..

*

Bu sabah kahvaltının sonlarında içini çekip gülerek L’Ultima Cena dedi. Boş baktığımı görünce “Şu son yemek. Ne diyeceğiz? Öğün?”

“Bu mevsimlik son.”

“Yok” dedi tatlı bir gülüşle, “Nihai son. Acındırmak filan değil ama sona geldiğini hissediyorum, biliyorum.”

Yol ağzına kadar eşlik ederek biraz ötedeki arabaya binip önlerinden geçene dek bekledi.

El sallayarak uzaklaştı dikiz aynamdan.



(Mevlana Rubailer’den. M. Nuri Gençosman çevirisiyle. O kitabın benim de hatırladığım nefis baskısını babamdan almış ama bıraktığı tavan arasında fareler yemiş. Çok hayıflanmıştı. Ezberden okuduklarından:

Seslenmek hünerdir

Ses alıp vermek kolay

Yol gösterecek bir, geçecekler bin alay

Yüzlerce yıldızdan güneştir göz alan

Bin bir oka hız verir

Gerilmiş tek yay)


6 Ağustos 2023 Pazar

KEDİ DİLİ

İnsan ne tuhaf otomatik varsayımlarda bulunuyor. Kendimde bunun nadide bir örneğini dört bir yandan kedi videolarına bakarken fark ettim: Bu ülkede doğan her kedi Türk’tür (o kadar, başka kökenden de olamaz!), Türkçe anlar. Videolarda insanlar kedilerine kendi dillerinde sevgi dolu mırıl mırıl konuşuyor. Çince, Uygurca, İtalyanca, her dilden işte. Kendimi kedinin yerine anca o vakit koyup bu uyanma anıyla mest oldum. Ona her dil bir ve de yüzüne üfleyen kurander gibi bir şey herhalde. Kedi, köpek gibi bu ne diyor diye insanın gözünün içine bakan, patisinden gelse Google çeviriyi boynundan eksik etmeyecek bir hayvan değil ki. Tamam, dilden çok tavır ve ses tonu mesajı iletiyor ama kedi gibi insanı zaten fazla iplemeyen bir varlık için vız gelir tırıs gider bir şey haliyle -oysa insan bu burnu havada, kuyruğu dik aldırışsızlık karşısında bayağı bir ego yıkımına uğrar değil mi?

Ne kadar beyhude imiş.

5 Ağustos 2023 Cumartesi

SUTOPU

Suda 8-10 kişiydiler. Ucuzundan tiz yeşil plastik bir topla sutopu oynamaya çalışıyorlar, aralarında öne çıkan biri kuralları aynı anda belirleyip öğretiyordu. Bağrış çağrış, suyu köpürtüp kahkahalarını yükseltirken neşe içinde. Deniz onların. Sabahın bu vakti ne kadar serinletici olan suda hep birlikte oyun keyfi. Kuşatıldıkları onca çelişkiye uyum sağlama, boyun eğme ve ezilme eziyeti henüz işbaşı yapmamış.

16-17 yaşlarında, dışarıdan gelip burada lokantalarda, otellerde garson, orta elemanı ya da mutfakta çalışan ergenler hatırı sayılır bir görünürlükte. Bazı sabahlar biraz daha büyük olanları gece mesaisinden yorgun düşmüş, daha açılmamış belediye cafe’nin masalarında bira ve cep telefonlarından acılı müzik ile kahvaltı ediyorlar.

Vardiyaları başlamış olanlar beach denilen iskelelerde yığılı şezlongları indirip yayıyor, masalara öteberileri yerleştiriyorlar. İnsanda hal bırakmayan sıcak dalgası, kaldıkları yalınkat konteyner kümeslerde kim bilir ne kadar daha tüketici oluyor; üzerlerinden atamadıkları yorgunluk sırtlarını bükmüş. Bazısı şezlonglarda üstüne havluyu çekmiş, baygın, hâlâ uyuyor.

En üsttekilerle hiçbir “arayüz” olmadan doksan derecelik bir kesişme içindeler burada. Yevmiyelerinin tek bir tabağına yetmeyeceği siparişleri koşturuyor, süslene püslene eğlenceye koşan yaşıtları yanlarından geçerken kan ter içinde her şeye yetişmeye çalışıyorlar. Karşılarında tatlı hayatları göze sokarak mekik dokuyan tekneler, botlar. Adımı para, çok para bu yerde parayı birilerinin ellerinden başkalarının ceplerine taşırken içleri kim bilir neler nelerle doluyor. Gıpta, heves, öfke, çaresizlik, hayal kalacak arzular (kızlar, ah o bir içim su kızlar!).

Denize nadiren giriyorlar. Su üstünde durmayı ancak öğrenmiş, batmamak için çırpınırcasına kulaç atıp nefeslerini çabucak tüketerek serinliyorlar.

Bugünkü gibi büyücek bir grup halinde eğlendikleri pek olmuyor.

Ben uzaklaşırken sutopundan vazgeçmiş, suda voleybol oynamaya çalışıyorlardı. Dönüp çıktığımda topla en içli dışlı oldukları futbola geçmiş, testosteronu kumlarla birlikte kaldırarak kendilerini erkekçe, genççe bu bir yol akışa kaptırmışlardı.

Normalde bu saatte plajı sahiplenerek it dalaşına girişen, onlardan olanı çeteye katıp yabancıya saldıran sokak köpekleri bir kenara çekilmiş, bu eğlenceli itişmede sıranın kendilerine gelmesini bekliyordu.

Onları paylayarak hizaya getirecek kimse de yoktu daha.

Açtıkları ufak pencereden birer birer sereserpelik hissine havalanıyordu onlar da.

4 Ağustos 2023 Cuma

YÖNELİM

Bakıyorum da, yaşadıkça insanların emin olduklarından çok kuşkuya kapıldıkları, çoğu kendinin ya da ortamın tekrarından ibaret düşüncelerinden çok hissettikleri, hükümlerinden çok keşifleri, kanaatlerinden çok sorup cevabını zamana bıraktıkları açık soruları ilgimi çekiyor. Bilmediklerine kulak vermeleri. Konserveden çok taze olan. Bu kendim için de öyle.

3 Ağustos 2023 Perşembe

MERMER

İstanbul ve eski, çok eski mermerleri. Belediye otobüsündeyim. İneceğim yere (rüyalarda birkaç kez geçtiğim Boğaz’ın Anadolu yakasında olmayan bir yan yol) çok yaklaştığımızı fark edince aceleyle kalabalığı yararak ön tarafa ilerlediğimde görüyorum. Şoförün yanından yükseliyor! Pürüzsüz, mükemmel bir kumlu gri mermerden, tarihi eserlerdeki gibi devasa bir fil payanda. 4-5 metrelik çapıyla anca düşlerde bir belediye otobüsünün içine girebilir ve işte burda! Algımı bir anlığına dolduruyor sonra yerini inme telaşıma bırakıyor, kenarından sürtünerek kapıya zar zor ulaşıyorum.

Bela şehir trafiğindeyim. Levent kavşağından köprüye gideceğim. Alt geçidin betonunu kaplayan süt mermerler dikkatimi çekiyor. Çekmeyecek gibi değil. Hiç görmediğim bir alfabeden mermere işlenmiş bir harf bir panelin üst kısmında bakanı çarpıyor: 8’i andırır biçimde, üst ovali alttakinden daha küçük ve kısa, yatay bir çizgiyle ondan ayrılan düşey bir mekiğe benziyor. Direksiyonda olmalıyım ama dikkatimi bu yoğunlukla çekmesiyle artık direksiyonda filan değil de ağzı açık, kenetlendiği bu şeyde gözü kalarak kayan bir yaya şimdi.

Trafik, keşmekeş, kokusu neredeyse burnuma gelen bulanık göğüyle İstanbul’da sele kapılmış bir teneke gibi sürüklenirken bu mermerler art arda karşıma çıkmaya başlıyor. Bembeyaz, o vakte dek el değmemiş. Üzerlerinde yazıtlar ama gel de seç, gittikçe artan bir grafiti gürültüsü altında kalıyorlar. Birini (eski Yunanca mı?) çözdüm çözeceğim derken üzerine uzayıp giden bir şiir püskürtülmüş. Grafiti bir file gözüm takılıyor. Yarım insan boyunda, tanrı Ganeş’e benzetilmiş sanki.