Elimde eli, odada yalnızdık. Nabzı avuçta bir kuş sanki, şiddetle şişip inen şahdamarıyla bir atıyordu. Makinenin yoğunlaştırdığı sığ nefesiyle omzu yükselip alçalıyor, ağır bir tulumba gibi ciğerlere hava basmaya çabalıyor.
Kuş kadar kalmış bedeni
çırpınırcasına kasılıp gevşerken tavana dikilip kalan gözbebeklerinde güçlü
uyuşturucularla iğne deliği tizliğinde bir şuursuzluk.
Kanserin bir yandan,
ilaçların diğer yandan zehirlediği teni kirli sarı ve ecel teri kaplı.
Ama elini tuttuğum,
bileşenlerine hızla ayrılan bir can kabuğunun ötesinde, canın ta kendisi.
Gördüğüm, duyduğum da o. Şekli, biçimi bir pus içinden geçer gibi aşıp
dokunduğum, yüreğime akan, yüreğimden akan, O.
“Bırak bu kayığı, canım
ablam! Su alıyor, sal artık. Sen kayık değil, onu yüzdüren Su’sun. Ak git,
kavuş deryaya.”
O bir yanda, biz öteki,
inledikçe içimiz eriyor, sıkıntısını, boğuntuyu hafifletmek için
telaşlanıyorduk. Sırtı mı acıyor acaba, bir yastık daha koysak? Yan mı
çevirmeli?
(İçimizi biraz rahatlatan,
son anlarda aradığımız emekli onkolog oldu. Gözbebekleri iğne deliği kalıyorsa
uyuşturucunun yeterli olduğunu, kasılmaların acı ifadesi olmadığını söyledi.
Kuşkulandığım gibi, uyanamadığı bir karabasan, bad trip miydi, kim
bilir?)
Avcumu yeniden kalbine
dayadım. Çırpınan kuş uzaklaşmaya, çırpınışı hafiflemeye, sonra teklemeye
başladı, nefes alış telaşı gevşedi, nefes araları uzayıp düzensizleşti. Bir,
bir daha ve durdu.
Bir hal ve diğeri. Yaşam
ve ölüm. Eşiği çok çetin, geçiş kolaycacık oluverdi.
Benim son iki gününü baş
ucunda yaşadığım uzun, giderek ağırlaşmış süreç, stresin giden ve kalanların
üzerinden bir anda kalkmasıyla derin bir boşalmada son buldu.
Her anlamda bir boşalma.
Zincirlerinden boşalma ve yeri boşalma.
Ölüm kadar, yaşam kadar
çıplak bir acıyla birbirimize sarıldık.
*
Sonrası alacalı bir
ibrişim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder