Sonrası alacalı bir
ibrişim.
*
Şaşkınlık sarsıntıyla
birlikte geldi.
Şimdi ne yapıyorduk?
Geleneklerden, itikattan
öyle uzağız ki.
“Yok, ellerini göğsünde
birleştirmeyelim. Böylesi Hıristiyan adeti.”
“Öyle mi?”
“Filmlerde öyle yapıyorlar
ya. İki yanına uzatalım.”
Halimize az önce
kaybettiğimiz (kayıp mı ettiğimiz?!) Zeyda’nın gözüyle bakıp onunla beraber
kıkırdadık.
Çay bardağımı Barış’a uzattım.
“Bana da iki parmak viski koy hele.”
Dua?
Başı sonu olan bir
tanesini okuyabilenimiz yok ki. Biz kendimize göre, kendimizce yoğurup üfledik
dileklerimizi. Önce geçişi, şimdi de bilinmeyendeki huzuru için.
Ülkede (hemen) herkese
eşit, hızlı ve pürüzsüz sunulan tek hizmet, cenaze işleri.
Sen bir öl, bak her şey ne
rahat, uygarca olup bitecek der gibi.
Son nefesinin üzerinden
bir saat bile geçmeden sağlık ekibi, ardından doktor geldi. Ölüm raporu elimize
verildi.
Birileri kıbleyi sordu.
Nerdeydi ki o?
“Güneydoğu olmalı, güneş
şurdan doğduğuna göre herhalde..”
Bu cevabı da Google’da
bulduk. Göğsüne konan bıçakla turuncu çarşafına sarılı cenaze, duvarlara göre
eğri, kıbleye göre kendinden emin bir pusula iğnesi misali hazır ol duruşunda
yere uzatıldı. Koşup gelen dostlar dualarını okudu. Cenaze arabası da gece ile şafak
arası bir vakit gelip sessiz ve hızlı, bir ömrün sıyrılan kılıfını topladı,
gitti.
Adrenalin tuhaf şey,
arkamızda birkaç yıla bedel bir gün, yatışıp uykuya dalmayı nice zaman sonra başarabildik.
*
Ertesi sabah kiralık hasta
ekipmanı geri gönderildi. Yaşananlar ve nesnelerinden boşalmış oda ile tiyatro
oyununda sahne bir çabuk değişmiş gibiydi. Sıra baş sağlığı ziyaretleriyle ölüm
ilanının verilmesine geldi.
İlan hazırdı. Sonuna kadar
gerçekçi Zeyda bir iki ay önce kağıt kalem isteyip kendi yazmış. Yapmacıktan
kendi kadar uzak, doğallığı, fazlalıksızlığıyla kendi gibi bir ilan.
Gazetenin ilanlar
sorumlusu “yanlışlarını” kibarca düzeltmeye çalışmış:
“Genellikle ‘vefat’ ya da ‘acı
bir kayıp’ yazılıyor ama..”
“Yok, biz böyle istiyoruz.”
“Hemşir? Hemşire
olacak herhalde?”
“Yok, biz öyle deriz. Siz
sormadan söyleyelim, biz apla da diyoruz.”
“Sadece ‘uğurlayacağız’
demişiniz, ebediyete eklesek?”
“Yok, nereye gideceğini
bilemeyiz, biz sadece uğurlayacağız.”
Bolca güldük. Zeyda’yla
hep, en sıkıntılı zamanlarda bile, hele en sıkıntılı zamanlarda yaptığımız
gibi. Mizah, espri, keyif gözeneklerinden çıkardı onun. Görmenin, hissetmenin
özünde vardı, her şeye katar, bunlarla zenginleştirilmemiş an bırakmazdı.
Tepemizde süzülürken bizi
nasıl teselli edeceğini hayal ettim.
Ölüm ilanını nasıl kendi
yazdıysa kendi isteyeceği gibi bir uğurlama olmalıydı. Elden geldiğince öyle de
oldu. Öldüğü yerde gömülmesini söylemiş, içtenlikle orada olan pek çok insanla,
toprağa babasının yanı başında verdik. Zincirlikuyu’nun gökdelenlerle çevrili
derin, serin yeşil kuyusunda, fışkırmış güller, başka çiçekler arasında.
Beş cenazeden en
uçtakiydi. Bir de baktık, bir tekir gelip boylu boyunca ayak ucuna serildi. Tutkuyla sevdiği kedileri temsilen,
cinsinin de uğurlamadan elbette! eksik kalmayacağını kedi
kesinliğiyle bildirir gibi
Hocalarla hiç işi olmazdı,
muhtemelen kalayı basıyordu ama o iş de yapıldı, duası okutuldu. Helvası onun
tarifiyle onun yaptığı gibi de rakı eşliğinde bolca karıştırıldı, tane tane dökülür
kıvama geldi.
Hepsini de sevdiği, seveceği
insanlar az gözyaşı, bol kahkaha ile sohbeti saatlerce kardı. Tatlanan hava,
ruhlarımızı hafifletti.
Hah, şöyle! deyişinin hayali
kulağımda, oyunun sonraki sahnesine doğru kaydık.
Alacalı ibrişimin yas
dönemine.