Kıyısından geçerken insanın içini karabasan gibi daraltan beton çölü İzmir’e Urla’dan sonra artan trafikte hazırlanmaya başladık.
Geniş bir kordon boyu olan
Güzelyalı, yolun kara tarafındaki bakımlı apartmanlarla alımlı görünüyordu. (Bu
izlenimim az sonra çaylarımızı içerken düzeltilecekti. “Sen bakma öyle
göründüğüne; arka tarafları yamaç ile o binalar arasına sıkışmış, ışıksız ve
havasız, tıklım tıkıştır.”) Trafikle birlikte üst geçitler, yonca kavşaklar, iç
içe geçen çevre yolları yoğunlaştı. Dikkat çekmek için kıvranan kuleler arttı,
sanayi tesislerinin burnu dibine gelen yerleşim iyice sıkılaştı. Navigatör bizi
sağa sola döndüre döndüre içeri çekti. İzmir’in yer adlarına aşina olduğumuz
çekirdeğindeydik. Basmane, Konak, Kültürpark. Geniş, düzgün bulvarlarıyla
dışından ummayacağın bir ferahlıkta kalmış. Sonra başlı başına ve yeni (galiba)
bir şehir olan Bayraklı’ya daldık. Ankara’nın Ulus’unu, Kale’ye çıkışı hatırlatan
yokuşlar, daralan yollar.. Sonu ne olacak derken yeşil kalmış bir tepeye
tırmanmaya başladık. Hengame geride kalmış, boş bir alan.
“Bu yeni adresleri GPS’siz
bulduğunu hayal edebiliyor musun?”
“Eskiden GPS mi vardı?”
“Yoktu ama şehirler çok daha
basitti.”
Artık seyrüsefer konusu, obez
bir gövdenin yağ tabakalarını kat eden damarlar misali, plansızlığın iyice
karmaşıklaştırdığı bir yollar ağı.
Ve tepedeki siteye vardık.
Bizi çok sıcak karşılayıp
kutladılar. Evlerine daha önce gelenler bile kayboluyormuş. İlk seferinde
kaybolmadan ulaştığımız için. Bir iki saate kadar olacakları bilseydik..
Evin anneannesi Gülin’i
görmeyi çok istemiş. Yanında Oya Baydar’ın Erguvan Kapısı duruyordu.
Kalın bir kitap. Aydınlık, sevecen, esprili, ne hoş bir insan. 96 yaşındaymış
ama kısa zaman önceye kadar evin idaresini, mutfağı kimseye bırakmamış.
Şimdiyse hayatını giderek kısıtlayan yaşlılık ve sağlık sorunlarıyla bilgece
barışık. Babamı hatırladım.
Anılar yad edildi,
göçmüşler anıldı. Nefes alan, aldıran bir aile, içim açıldı.
Şehir sorumu onlara da
sordum: “Enerjinizi tazelemek, negatif birikimi atmak için ne yapıyorsunuz
burada? Egzozlarınız neler?”
Güldüler. Ailenin 40’ına
merdiven dayamış oğlu, kendimizi evlerimize atıyoruz, dedi. “Kafamızı anca orda
dinleyebiliyoruz. Bir de evinde huzursuzluk olanların hali duman tabii.”
Yenilenmenin kabuğuna
çekilmek olduğu bir şehir hayatı. Kim diyordu kentler milyonluk nevrotik insan
fabrikaları diye?
Akşam olmuştu, izin
istedik. Fatuş, kızıyla önümüze düşeceklerini, bize otelimize kadar yol
göstereceklerini söyledi. Oteli bilmiyorlardı, google’da baktılar, nasıl
gidileceğini kararlaştırdılar. Onlar önde, biz arkada yola koyulduk.
Düşüne taşına seçtiğim
ikinci oteldi. Şehrin merkezinde her yere en fazla 1 km uzakta, demek Kordon’a
yakın (“Eşyamızı atar, sahilde yürürüz”). Adı da ferah: Marina İzmir.
Navigatör elimdeydi. Onun
dediği hiçbir şeye uymadan gidiyorduk. Bir bildikleri olmalıydı. Basmane
Garının önünden yeniden geçtik. Geniş bulvarları, büyük meydanları geride
bırakıp kendimizi bir anda Ankara (eski) Altındağ benzeri Kadifekale
eteklerinde bulduk. Kargacık burgacık sokaklar, yoldan yürüyen (kaldırım mı
vardı), önümüze atılan insanlar, kedi köpek, bisiklet, mobilet, minibüs. Gülin
gerildikçe gerilirken sokaklar iki arabanın yan yana geçemeyeceği kadar daralıp
dikleştiğinde gerilimi yerini paniğe bıraktı. Gelen geçene bağırıyor, kornaya
asılıyor, düz vites arabayı çarpılmadan ilerletmek, kaydırmadan kaldırmak için
ter döküyordu. “Kaldık! Kaldık burda!” En sakin sesimle yatıştırmaya baktım. “Merak
etme. Böyle düğümler oluştuğu gibi çözülür. Kimse yolda kalmaz. Bırak Fatuş’ları,
biz bir aşağı inelim, kendi başımıza arayalım.”
Etrafa baktım. Suriye
mahallesindeydik! Tevekkeli değil, iftar vakti olmasına rağmen insanlar çok
daha telaşsız.
Aşağı, bulvara
inebildiğimizde Fatuş önümüzde durdu ve kuşkumuzu doğruladı: GPS’le
geliyorlarmış ama kaybolmuşlar. Hiç bilmedikleri yerlermiş kan ter içinde
geride bıraktıklarımız. Onları yolladık. Marina Oteli ilk benzincide sorduk,
bilmiyorlardı (eyvah, hiç hayra alamet değil). Yanımızdan geçen taksi
şoförlerine, kapısında durduğumuz başka otellere.. Bilen yoktu. Telefonumun
şarjı tam o sırada bitti. Önümüze düşmesi için taksi de bulamıyorduk, iftara az
kalmış. Sonunda biri durdu, google’dan bakarız deyip yola koyulduğunda Basmane
Garı önünden üçüncü geçişimizdi. Çok geçmeden sağa çekti. Yolun karşısını
gösterip orada görünüyor ama buradan arabayla geçiş yok, siz gerisini
bulursunuz dedi ve gitti.
“Oteller bölgesinde” bir
gece kulübünün önünde kaçak park ettik. Gülin’i arabada bırakıp fırladım.
İkinci daldığım otelde resepsiyondaki çocuk çok yardımcı oldu. Önündeki ekranda
oteli buldu, telefonunu da yazıp verdi. “Aslında çok yakın, sadece bilmeyene
ulaşımı zor.” Döndüm. Oteli arayacaktım ki Gülin’in telefonunun da şarjı bitti. O
rahatlamış, gerilme sırası bana gelmişti, beni sakinleştirdi.
Aynı adanın etrafındaki
son dönüşümüzde sağır dilsiz bir değnekçi önümüze atıldı ve bizi otoparkına
çekmeye çalıştı (şimdi düşünüyorum da, kılık değiştirmiş Hızır olabilirdi
pekala). O kadar yorgun ve umutsuzduk ki dediğini yaptık. Oradakiler Marina’yı
biliyordu. Hemen iki sokak arkasıymış. Gerçekten merkezi ama tek yönlü
sokaklarla bir labirentin ortasında. Arabayı bırakıp eşyamızı aldık,
telefonlarımızın şarjını izledi izleyecek enerjimizin sonlarındaydık. İki saate
yakın süren debelenişin ardından kendimizi deniz (şehir) kazazedesi gibi otelden içeri
attık.
Artık halimize
gülebilirdik.
Biz yola çıkalı mevsim iki
günde değişmiş, yaz gelivermişti. Yanımızda polar ceketler, rüzgarlıklar,
sıcaklık şehirde 28 dereceyi bulmuş. Duş kurtarıcı, uyku onarıcı, dalıp gittim.
*
Sabah perdeleri açtığımda
karşıda çürük bir diş gibi dikilen üç katlı metruk binanın korkuluksuz çatısındaki
çardak ve altındaki derme çatma oturma
köşesiyle burun buruna geldim. Otelin internetteki tanıtımında adı geçen “şehir
manzarası” buymuş demek. Gülin de kalktı, baktı ve gülme krizine kapıldı.
Kapılmayacak gibi değildi.
Tazelenmiş, kahvaltı edip
sağ salim bizi bekleyen arabaya döndük. “Kaçan kurtulur!”
Navigatör bizi hızla
şehrin dışına çıkardı. Otoyolda derin bir nefes aldık.
Hep yanından geçerim, hiç
gezmemiştim. Magnesia’ya ne dersin, dedim.
“Hadi gidelim.”
Bütün bildiğim büyük bir
İyon kenti olduğu ama ne kadar büyük olduğu hakkında da bir fikrim yokmuş.
Artemis Tapınağı ile kutsal agora bahar örtülü geniş bir alana yayılıyor.
Dolanıp kahvesine oturduk. Gülin ilgisini çok çeken ibikli kuşu bekçiye sordu. Bir
tür ibibik cevabını aldı. (Değilmiş. Sonradan araştırmaya devam edip “tepeli
toygar kuşu” olduğunu öğrenmiş.)
Levhalarda rekonstrüksiyonunu
gördüğümüz stadyumun yerini öğrendik. Arabayla gidilse iyi olacağı kadar
uzaktaydı. “Tel kapıda zile basın, açılır.” Gördüğüm en iyi durumda kalmış
stadyum Aphrodisias’ınki ama büyüklük olarak Magnesia’nınki ondan hiç geri
kalmıyor. İS 1-2. yy’dan ve 30 bin kişilik. Bugüne ulaşan epeyce bir kısmı en
üstteki kemerli galerisine kadar da ayakta. Localar, aşağıda korumaya alınmış kabartmalar.
Görkemli! Sırf bunun için gelmeye değermiş.
Belki Labranda’ya da
saparız diyorduk ama güneş altında bu kadar zaman yetmişti. Bir de
Güvercinliğe, onun yeni keşfettiğim koyuna uğrayalım deyip yola koyulduk.
*
Gülin’le zaman içinde o
şehir senin, bu ülke benim, birlikte çok gezdik. Yol arkadaşlığımız ayakta
eskitilen terlik gibi rahat bir yoldaşlık olmuş. Nasılsan öylesindir, o da
öyle, istedikleriniz istemedikleriniz, ilginizi çekenler dünyanın en doğal
şeyiymiş gibi uyuşur. Yol da keyifle, keşiflerle akıp gider.
Baktım da, bu hissi hiç
kaybetmemişiz.
*
Fotolar için: