İlk refleksin bunlar olabilir, doğal.
Ama yerleşik hale
gelmesine izin vermesen çok iyi edeceğin dört şey:
Kızmak, küsmek, kaçmak,
korkmak.
Suyunu fena halde
bulandırıp filtrelerini karartıyorlar.
İlk refleksin bunlar olabilir, doğal.
Ama yerleşik hale
gelmesine izin vermesen çok iyi edeceğin dört şey:
Kızmak, küsmek, kaçmak,
korkmak.
Suyunu fena halde
bulandırıp filtrelerini karartıyorlar.
Küçük eve merhaba dedim. 7-8 yıldır uzayan aralıklarla gelsem de geçmişimiz zengin. Hırıldayan buzdolabı, kendini oradan oraya atan çamaşır makinesi uyanıp işlerini görmeye başladı. Evin o yaşandıkça genişleyen hissi de öyle.
*
Temiz hava iki yıldır nefesimi
ne kadar açmış! Gece, sıkışık bir alana sığmaya çalışır gibi sığlaştığında anladım.
Sabah kalktığımda kötüsünden bir paket sigara içmiş gibiydim. İki gün sonra
lodos çıktı da havanın hiç değilse kokusu dağıldı, suyun da denizanası
popülasyonu yer değiştirdi.
*
Kalabalığa, trafiğe
hazırdım, irkilmedim. Tersine, yakıtın fahiş fiyatlara tırmanmasıyla
bıraktığımdan biraz rahatlamış buldum.
Ama ben sessizliğe çoktan
razıyım. O da sokağın iyice seyrelmiş trafiğiyle hele geceleri mutlaklaşıyor. Para,
burada eğlenebilenlerden de çekilmiş ama kentin tüketim ayartıcılığı billboardlarda,
vitrinlerde, sergilenen zenginlikte yerli yerinde.
*
Gürültüden ziyade
özlediğim sesleri işitiyorum. Vapurlar, kıyıda palamarların şok emici
yaylarından yükselen gıcırtılar, martılar, bozacılar (boza sevmem ama o’ları, a’ları
çekiştiren satıcıların kış duygusuna yayılan bağrışları hoşuma gidiyor).
Balık tutanlar bile
azalmış. Ufalan leğenlerde denizin kirliliğiyle mutasyona uğrayıp feleğini
şaşırmış ufak balıklar.
*
Şehir şehir. Sen ona nasıl
bir hikaye iliştirirsen onu anlatır. Seninle parlar, seninle söner.
Farkındayım, hikayemin herhangi bir hikaye, çokça da bir ruh hali yansıması
olduğunu unutmadan düşüyorum notlarımı.
Son sözü İstanbul’a
bırakıp diyeceklerine açık kalarak.
Sabahın körü gittiğim sağlık kontrolünde ilk iş kan tahliliydi. Maskenin üzerinde gözleri gülen genç çalışan, evine çay içmeye gelmişim gibi karşıladı. Eşyamı nereye koyacağımı gösterdi. Koltuğa buyur etti. Turnikenin biraz sıkacağı, süreceği antiseptiğin serin olacağına dair uyardı. A merak etmeyin, o kadar da hassas değilim dedim gülerek. “Yok, irkiltebilir de onun için” dedi. Damarımı ustaca yakaladı, iğneyi belli belirsiz batırdı. Kanım tüpe dolarken sabırsızlanmışım, tedirginmişim gibi tatlı tatlı yüreklendirmeye devam etti.
İşini ne kadar ustaca ve
sevgiyle yaptığını söylediğimde, “Kendimden biliyorum, insan hasta olduğunda
sertleşebiliyor, sinirli olabiliyor” dedi. Sonra gözlemine beni şaşırtan bir
dönemeçle devam etti:
“Ama biliyor musunuz, o
durumdakilerle karşılaşmayı ben ayrı seviyorum. Üzerinize bütün bir
negatifliklerini boşaltıyorlar. Siz pozitif kalıp sakin, tatlı karşılık
verdiğinizde o fırtına bulutunun dağılıp gitmesini seyretmek çok güzel.”
Büyük bir sırra ne kadar
erken varmışınız dedim işini bitiren gencecik kadına.
*
Eve döndüm, kahvemi koyup
kitabımı açtım (Working with anger, Thubten Chodron). Okudum:
“Evvel zaman içinde bir
canavar hükümdarı görmek istemiş. Katipleri tersleyince bir yolunu bulup
vezirlerin onu beklediği kabul odasına dalmış. Telaşa kapılan vezirler onu
kovalama umuduyla hakaretler yağdırmaya başlamış. ‘Ne çirkin şeysin sen öyle!’
diye aşağılamış biri, ‘Beş para etmezsin!’ diye hakaret etmiş öteki. ‘Kötüsün
kötü!’ diye hükmünü vermiş bir başkası. Her bir hakaretle canavar büyüdükçe
büyümüş, daha da aşağılık bir hale gelmiş, sonunda itici gövdesi ile negatif
enerjisi odayı öyle bir kaplamış ki vezirler dehşete kapılmış.
“Tam o an hükümdar içeri
girmiş. Bilge bir kişiymiş, hakaretin, sahibinin kendi öfkesini körüklemekten
başka işe yaramadığını, karşıdakinin gözünü pek korkutamadığını, aslına
bakılırsa çoğunlukla onu kızıştırdığını bilirmiş. Onun için de yatıştırıcı bir
sesle ‘Hoş gelmişsin dostum’ demiş. ‘Buyur, otur, bir çayımı iç. Yanına çörek
de ister misin?’ Her bir tatlı sözüyle canavar ufalmış, daha az tehditkar,
sonunda da uysal ve yumuşak bir hal almış. Hükümdar işte o zaman sormuş:
‘Benimle ne hakkında konuşmak için gelmiştin?’ Başlamışlar dostça sohbet
etmeye. Vezirler ise canavarı düşmanlaştırma aptallıklarından pişman, hayretler
içinde bu dönüşümü seyretmekteymiş.”
Neredeyse yedi ay süren kuraklık Ekim’de şöyle bir yağmurlu bir iki günle şeytanın bacağını kırmakla kalmıştı. Asıl yağış Kasım sonlarında başladı, üçüncü haftasını, doldurdu, sonu da görünmüyor. Özellikle geceleri bastırıyor, güçlü ve uzun uzun indiriyor.
Yeşil örtüsü olmadık
yerlerden (kaldırım taşlarının araları, kayaların üzeri) fışkıranlarla
genişledi, kiri tozu yıkanmış, toprağı diplere doğru suya doyarken zümrütleşti.
Güneşin bir görünüp yarı saklandığı anlarda göklerdeki ışıkçımızın bu zümrüt
zeminli sahnede oynadığı ışık oyunları soluk kesici. Güneş çokluk doğup battığı
anlarda yüzünü gösteriyor. Sabahları sis, pus sarıyı dalga dalga yayarken
akşamları turuncu 32 dişiyle gülüyor, kızıla bir göz kırpıp yerini çöküveren
karanlığa bırakıyor. Aradaki zaman bulutların yüksekliğine, yoğunluğuna bağlı.
Açısı durmadan değişen birkaç projektör sahneyi histen hisse kaydırıyor.
Fırsat bulduğum an çıkıp yürüyorum.
Yürüyemediğim zamanlar
uzadığında içim karıştırılmamış çorba gibi dibini tutuyor.
Toprak için yağmur neyse
beden için hareket o.
Ne dersin Işıkçı?
Döndüm öbür yanıma:
Onun gibi (https://aksi-seda.blogspot.com/2021/12/damardan.html) fırtına
şiddetinde değilsin ama sen de ince uçlu bir dişçi matkabı gibi çalışıyorsun.
Vızıl vızıl, yüksek devirli. İşkilli, vesveseli. Oyucu. Fren pedalı üzerine
yerleştirilen bir tuğla gibi bazen.
Pandemiyle dönüşerek
belirginleştin. Önceleri diplerden sağduyulu bir küçük ses olarak işitir, attığım
adımlarda, davranışlarımda kararında bir ihtiyat olarak gözetirdim seni.
Şimdiyse ya ben zayıfladım ya sen güçlendin, beni adamakıllı yönetiyorsun.
Koruma, sakınma, bunlar
tamam, kaygılar da ama hepsi bir ölçü, oran meselesi. Sen fazlasıyla diken
üzerinde oldun.
Gevşe biraz, çözül,
rahatla. Her yaşadığımın altında bir bityeniği (sorun, hastalık, aksama)
aramaktan vazgeç.
Daha doğrusu ben
gevşeyeyim, çözülüp rahatlayayım da sana gerek kalmasın.
Yararla zarar, destekle
köstek arasındaki fark bazen kıldan ince.
Sence de ikincilerden yana
kayar olmadık mı?
Seninle olmak bir tava kızgın yağla dolaşmak gibi dedim.
Planını dışarıdan hiçbir
ters etki olmayacakmış gibi yapıyorsun: Şunlar şunlar şu şekilde yapılıp edile!
Yoluna en ufağından bir
engel, aksama, belirsizlik çıkmayagörsün, kızgın yağın, tavası çalkalanmış gibi
oraya buraya sıçrıyor. Önce beni yakıyor, canım yanınca ben de etrafımda kim,
ne varsa onu.
Yılanın şimşek gibi dışarı
uzatıp içeri çektiği dili misali işin neyse bitir, kabuğuna çekil; dürtün bu
sanki.
Gözün kulağın
kafandakinden başka her şeye kapalı. Öngörülmezliklere. Doğal aksiliklere. Manilere.
Kontrolü sende olmayana. Hayata!
A’dan B’ye öngördüğün gibi
gittiğimde mutlu olsan bari. O da yok. En fazla zaten yapman gerektiğini
yaptın, bir de övgü bekleme der gibi sırtını dönüp bir sonraki programa ve bunun
peşinden hiç ayrılmayan iritasyon, sürtüşme, düş kırıklığı, öfke ve
tahammülsüzlüğe geçiyorsun.
Öne fırladığında, içine
düştüğümde, sabırsızlığın, paniğin, tahammülsüzlüğünle birleşiverdiğimde gözüm
kararıyor, kulağım sağırlaşıyor. Hayat soluksuz, basık, ışıksız seninle.
Umutsuz.
Şiddetinden,
şirretliğinden kaçmak için kendi kendimden saklanıyorum. Bir zorbayla yaşar
gibi, istediğini bir an evvel ve istediğin gibi yapıp rahatlamaya bakıyorum.
Neyse ki et tırnaktan
ayrılıyor artık. En azından aklı başında, sakin anlarımda. Yana çekilip seni
olduğun gibi, kontrolsüz bir tava kızgın yağ gibi görmeye başladım. Benmişin
gibi savunmaya, namına yerin dibine girmeye, başlattığın gerginliğe gerekçe,
kılıf, kafiye aramaya son verir oldum.
Bir tür lodos fırtınası
gibi bakmaya başladım. Elverişsiz, tehlikeli, bana, etrafıma zarar verici.
Tahammülsüzlüğünde sen
bana hep kızgınsın. Sadece kusurlarımı görüyor, geri kalanı kesip atıyorsun.
Bense kızgın değilim sana.
Artık gözüm de korkmuyor ne de yılıyor, karşında çaresiz kalıyorum.
Böyleyken böyle. Bil,
istedim.
Durdu, sözümü hiç kesmeden
kulak kesildi.
Ben, dedi, uzun bir
sessizliğin ardından, sadece iyiliğimizi istiyorum, kimsenin de kötülüğünü
istemiyorum.
Biliyorum dedim yumuşayan
yüreğimle bu güdük, güçlü ve ne kadar zor yanıma.