Nasılsın, dedim.
Böyle dışardan baktığımda gayet iyiyim, dedi: Bedenimdeyse
esaslı bir şeyler olmakta.
Kemoterapide ikinci kürün ardından nazenin bir
bünyeyi kim bilir ne kadar zorlayacak, ufak tefek dediği sıkıntıları bir yana
atarak güldü. “İçimde savaş, dışımda barış.”
*
Ciddi bir hastalık olanca apansızlığıyla bu
kadar yakınına düşünce senin de bastığın zemin sarsılıyor. Gündelik hayatın
yerini bir olağanüstü hale bırakması -eğer izin verirsen- seni de varsayımlarından, ön kabullerinden vs soyup çırılçıplak bırakıyor.
Dımdızlak.
Epeyce de dilsiz. Basmakalıp konuşmak, basmakalıp
düşünmek istemeyeceğim kadar büyük bir şey karşısındayım. Yaşam onu koyup
etrafını süslü çitlerle çevirdiğim bir özgüven alanının dışına taştığı an ne
kadar güçlü. Öngörülmez. Belirsiz. Ona giydirdiğim kostümlerin, oturttuğum
dekorların ötesinde. Ne ise adını koyamayacağım kadar o.
Koca koca soruları takvim arkası
klişelerle karşılamaktan sakına durayım, gündelik dilin ayarı kendi sorularıyla karşıma çıkıyor.
Konuşurken, düşünürken dilin kendisi bir
sorgulama meselesine dönüşüyor.
Noktanın, ünlemin yerini soru işaretleri, üç
noktalar alıyor.
*
Kendim bildiğim
şey ona sığmayacak bütünün ne ufacık bir parçası. Fizyolojik süreçleriyle
bedenin, ona eklenen kültürel-çevresel faktörlerin sıkı trafiğiyle beynin küçük
bir meyvesi. Meşe ve palamudu.
Düşüncelerim, duygularım, kaygılarım, arzularım.
Olgu, hakikat muamelesi gören kanılarım. Ve bunların üzerine bina edip sürekli
tekrarla pekiştirdiğim bir anlatı, bu yere göğe sığdıramadığım kendim.
Ona yerine getiremeyeceği görevler, masum
olduğu suçlar, işi olmayan sorumluluklar yükleyerek belini bükerken mücadelesini
verdiğim ne?
Kontrol?
Güveni kontrol üzerine kurma çabası mı savaş?
Peki barış?
Odağı dar kendim fikri-hissinden alıp yaymak,
ayağını frenden de gazdan da bir yol çekmek?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder