Bazen karşılaşıp selamlaşıyoruz. Çöp
bidonlarına kara torbalarını geçiriyor oluyor ya da plaja inmiş, ayçekirdeği
öbeklerini, cips ambalajları, şişe kapakları, mendil, maske, geçen günün
mezbeleliğinden daha ne kalmışsa uzun saplı faraşına süpürmekte. İşini ne
hafife alıyor ne zül biliyor. Söylenmeden, nankörlüğüyle yılar görünmeden
yapılması gerekeni yapıyor. Bu onun her sabah yeniden sırtlandığı kayası.
Çoğu zamansa o başladığında ben açıklarda
oluyorum. Denize bakışla sağdan dördüncü hasır şemsiyenin sökük kenarına asılı
nişanım, okaliptüs desenli soluk mavi heybe ıssız plajda öylece sarkmış,
salınırken. Bugün plaj görevlisinin ona takılan gözünden bir selfimi çektim.
Sabahları gelir. Erkenden. Sarı tokyolarını
çıkarıp heybesine koyar. Üzerinde ya lacivert beyaz plaj elbisesi ya da uzun
bej bir tişört vardır. Bunu da koyduğu heybeyi hep aynı şemsiye kenarına asar.
Hep aynı yeşil bikinisiyle suya girer, duraksamadan atlar. 20-30 hızlı kulaçtan
sonra yavaşlar, başı dışarıda, hiç durmadan sakin bir tempoda açılır gider.
Çıkışta heybesini alıp duşun yanındaki palmiyeye asar. Duşunu yapar. Yeşil
peşkirini omzuna atıp kızıl-lacivert siperli bandanasını başına geçirerek
köprüden yürür gider.
*
Bu sabah unutulmuş oyuncak bir arabayı tel
örgüye asıyordu. Selamlaştık. Aramasınlar şimdi, dedi. Güldü. Güleryüzlü,
göbekli. Ben çıkarken kayasını sırtlamak üzere plaja girdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder