Doğum günüme bayram çocuğu gibi uyandım.
Heyecanı uykumda başlamış, fazla derin uyumamıştım zaten. Karlı dağ ile göz
göze ama gözüm çokça da karşı duvardaki dev ekranda sesi kapatılmış müzik
kanalı Dream’de akan birbirinden uçuk, psikedelik videolara kayarak kahvaltı
ettim. (Eh, görsel uyaranlara bu kadar yüklenilirse gelinecek nokta da bu
olacaktı. Anlamsız bir “daha daha!” zorlaması ve küntleşme.)
Çıktım. Navigasyon sağ olsun, kafamda kalan
Fethiye ile neresi ne, hiç çıkaramazmışım. (Normalde çıkarabilirmişim gibi.)
Balık pazarı etrafında toplanmış ufak bir yerleşim hatırlıyorum. Her yer gibi
dallanıp budaklanmış, yayılmış. Yat limanının arkasında, yeşil yamaçlarla kıyı
arasında hoş sayfiye evleri var ama derken göz biraz ötede o güzelim
kayalıklara tıklım tıkış tırmanmış apartmanlara çarpıyor. Kendilerinden önce
levhaları rekabete tutuşmuş dükkanlar, yazıhaneler dolusu sokaklardan
kıvrıldım.
Telmessos’un kaya mezarları 4-5 km ötedeydi.
Yamaçta. Ne yer! Şehre, denize, karşı kıyılara, karlı zirveye tepeden bakış.
Soyulmuş, harap edilmiş soylu (elbette!) mezarlarının cephelerinden geri kalan
hâlâ etkileyici. Öte alem ile beriki burada yanak yanağa. Kalıcı’nın belki
biraz daha uzun soluklu geçici olduğunu birbirlerine fısıldar gibiler,
başka da bir şey olmadığını.
Geçici-kalıcı. Güncel olaylar vd. İçimi
yokladığım an içime sığmaz oluyor bugün. Doğum günüm. Gezi davası kısmi/geçici
beraatlarla sonuçlanmış. Arayanlar ihtiyatlı bir iyimserlik ile kronik kötümserlik
arasında bocalamaktan kendilerini alıp “Boş ver, iyi ki doğdun!” diyorlardı.
Evet! İyi ki doğduk. Başımızı “iç-dış koşullar”
yorumlarımızdan, gündelik (öyle olduğu için de gerçekliği su götürmez hale
gelmiş) olandan alıp da şu aslolana, hayata uyanamıyoruz. Doğum günü benim için
bunun bahanesi. Ön planla arka planın, yüzey ile dibin yer değiştirip yerli
yerine oturduğu bir aralık. Enerji hattına çıplak elle, kaygılarından soyunan
yürekle dokunmak. Dalga dalga coşku.
Sonu gelmez tamir çalışmalarıyla kazılmış alt
sokağın toprağı, çamurunda, bitişikteki köy evlerinin aralarında eşelenen
tavukların, horozların sesi mezarların sessizliğiyle şehrin buraya yükselen
uğultusuna karışıyordu.
Amintas’ın mezarına tırmanmadım. Gücümü başka
tırmanışlara bıraktım. Onun yerine hafızamdaki mezar, lahit kabartmalarına,
taşa oyulmuş methiyelere, burada gerçekleştirilmiş abartılı hayallere dokundum.
Şu taş, etten ne kadar daha güvenilir, değil mi? Değilmiş işte, dönüp bunları
yağmalayan “et” düşünülürse. Ne varsa şu anda varmış.
Vurdum Kayaköy’e. Mübadele ile birlikte boşalan
hayalet Rum köyüne. Eteklerine kebapçı, kahve vs açılmış ama sit alanına
dokunulmamış.
Serindi ama pırıl pırıl bir gün. Güneş ve
tırmanış ısıtır deyip ceketimi almadım. Çiğ, aralarından otların fışkırdığı
yuvarlak sırtlı taşları, kaplamasını üzerinden atmak ister gibi kabara çöke
dalgalanmış zemini kayganlaştırıyordu. Aman, bastığın yere dikkat et, bu konuda
sabıkalısın, üstelik şimdi boynunda iki, cebindekiyle birlikte üç kamerayla dolaşıyorsun,
uçma bir yerlerden aşağı!
Yamaç boyu, çatı hizasında iskeleti kalmış,
aşağıdaki güzelim ovaya, karşıda karlı Nif (?) zirvesine kafatasının göz
çukurlarından bakar gibi baka kalmış evler. Bir iki baca, incelikli işi seçilen
kemer, şurada bir ocak, burada kuyu. Tırmandım. Pencerelerden, kapılardan
ağaçların bu mevsim çıplak dalları fışkırmış. Duvarları patlatmış kökler. Bugün
ilk cemre düşmüş, beride baharlar açmış. Ovaya, aşağıdaki kiliseye, komşu
evlere hizasına geldiğim ya da teleobjektifi getirdiğim hayalet pencerelerden
baktım. Aşağıdan yükselen elektrikli testere ile köy seslerini terk edip gitmiş
Levissi seslerini hayal ettim. Dumanı tüten ocaklarda pişenleri, akıp giden
hayatı. Tırmandıkça önüme yeni açılar seriliyordu. Sıvalarda hayali kalmış
renkleri seçtim. Umulmadık bir kızıl, mavi, lavanta, sarı. Uçuk. Bastığım
yerdeki canlı sarı, turuncu küf benekleri onları yankılıyordu. Ve sarılı morlu
tek tük narin çiçek ile papatyalar. Tepenin hemen altına kadar çıktım. Gözüm
köyde, kulağım kutlamak için arayanlarda, güneşi, havayı içime çektim.
Dönerken Arapça konuşan genç bir turist çifte
rastladım, başka kimse yoktu. Onlar da şöyle bir çıkıp indiler.
Murat’ın önerdiği, Louis de Berniere’in buradan
esinlenmiş Birds without wings’ini indirdim. Su şişesini başıma dikip
devam ettim.
Kaya mezarları ile Kayaköy’ün ardından sezonluk
ölümünü yaşayan Ölüdeniz. Kovboy kasabasını andıran sokaklar dolusu kapalı
pansiyon, yeme içme yeri, dükkanı geçip bir uçtan Ölüdeniz lagününe kadar uzayıp
giden ak çakıllı kumsala indim. Ta ilerde mayolu bir çift vardı, sonra ben,
öbür uçta da 3-5 kişi. Güneşin alnında koca yerin insan mevcudu ve ona
gözlerini dikmeye devam eden yeşil tepeler.
Kumlara gömülüp çakıllara çıka yürüdüm. Hayalet
barakalar geçip lagüne ulaşan patikaya döndüm. Çamların arasından kıyıya
geldim. Su ağaçların yansımasıyla yeşildi. İlerideki çekiç seslerine karışan
bir pop müzik ortalığı inletiyordu. Buranın et et üzerindeki anıları canlandı.
Reçine kokulu eritici sıcağı hatırladım. Suyun yüzeyini ağır bir katarakt gibi
kaplayan güneş kremi tabakasını. Neyse, artık teknelerin girişine izin yokmuş.
Ya hep ya hiç. Şimdiyse oturup bir bardak çay
içecek açık yer yoktu. Arabaya dönüp güzelim virajlardan kıvrılarak diğer
tarafa, Kelebekler Vadisine uzandım. Daracık dönemeçler kayalık derin uçurumları
izleyerek tırmandıkça tırmanıyor. Dikkat kesildikçe yoğunlaşan bir hayranlık
duyuyordum. “Olağanüstü! Bir yığın para harcayıp uzaklara gitmeye ne gerek,
şuraların dip bucak keşfi ömre yeter.”
Derme çatma lokantaları, bir iki pansiyonuyla
kış uykusuna yatmış uçurum kıyısındaki Farilya’ya kadar çıktım.
Patara’ya giderim diyordum ama birden yorgunluk
çöktü. Geri dönüp otelden tavsiye ettikleri Yengeç Restorana girdim. Günün
şerefine biralı da bir yemek yiyince odamın yolunu anca buldum. Topu topu 60-70
km yapmıştım ama onca viraj ile inip çıkma bunu birkaç katına çıkarmış. Derin
bir uykuya yuvarlandım.
Akşamüzeri benden umudunu kesmemiş Pınar’a
gittim. Antalya Konyaaltı’nı hatırlatan upuzun bir kordon boyunca şehrin öbür
ucundan içlere. İnanılır gibi değil, dedim, ne kadar büyümüş burası. Güldü, “Eh,
buraları da çocukluğumda tarlaydı.”
Güneş batarken şehrin merkezinde kızının
işlettiği Kukina’ya gittik. Ancak milyonluk bir şehirde yadırganmayacak bir
ölçekte yapılmış iddialı alışveriş merkezinin yanından geçerken ağzım açık
kaldı. Bu da ne?! Ne yaparsın diye omuzlarını silkti. “Tek sinema da burada ama
ve ben sinemaya gitmeye bayılırım.”
“Eskiden açık hava sineması var mıydı?”
“Olmaz mı? O zamandan beri severim zaten.”
Arabaya birkaç sokak ötede yer bulabilip indik.
“Gel seni balık pazarından geçireyim de geçmişi hatırla.” Çepeçevre balık
tezgahlarının ortasında meyhaneler sofralarını açık havaya kurmuş, hayli de
doldurmuştu. Sayfiye yanının ölgünlüğüne inat canlı bir şehir hayatı. Türkiye’nin
en zengin ilçesi deniyormuş Fethiye için. Şaşırmam.
Tepesi ters çevrilmiş renkli şemsiyelerle kaplı
Cumhuriyet Sokağına döndük. Kukina’ya girip avlusuna çıktık. Hafta içi erken
bir vakit ama şimdiden arı kovanı gibi işlemekteydi. Bir uçta barı, sevimli,
kentli müşterisiyle de gencecik bir mekan.
“Yer ayırtmış mıydın?!”
“Tabii.”
Allahtan.
Kızı Meryem yanımıza geldi. İrade ve adanmışlık
ışıyan genç bir kadın. Şef dışında çalışanlar da kadın. Siparişimizi verip
söyleşmeye devam ettik.
Tez aşamasında bıraktığı doktorasını aftan
yararlanıp tamamlarsa Pınar sonradan master, doktora yapan, ikinci branşını
okuyan dördüncü arkadaşım olacak. “Bu yaşta mı?!” yapay engeline aldırmayan az
insan değil. Şevk verici.
Masalar dolup boşalıyordu. Yabancılar da vardı.
“Burada da çoklar mı?”
Evet. Üç bin aile olduğu söyleniyormuş.
Eli ve gözünü mekandan ayırmayan Meryem’i
izledikçe Kukina’nın farklı bir yer olduğunu görmeye başladım. Pınar’ın laf
arasında söyledikleriyle de biçimlenen bir başkalık.
“Sobanın yanında oturan adamı görüyor musun?
Her akşam gelir. Yemeğini yer, çayını içer, müziği dinler, gider. Hiç konuşmaz.
Para almazlar ondan.”
“Şu kız da burada takılır. Zengin bir ailenin
çocuğu. Para almadan çalışır, yardım eder.”
Arkadaşlarımın yatağını bulmuş ırmak gibi akan
çocuklarını görmek beni mutlu ediyor.
Şansıma canlı müzik akşamıymış. Bir gitar-ses
ikilisi geldi. Kalburun beklenmedik ölçüde üstü bir müzik başladı. Doğum günüm
olduğunu telefonlardan öğrenen Pınar iki taşın aralığı bir kutlama doğaçladı.
Ne oluyor demeye kalmadan mumlu, maytaplı pasta dilimi geldi, doğum günü
şarkısının da farklı akort yürüyüşleriyle hoş bir çeşitlemesi.
Keyifle çıktık. Orası da biraz hareketli barlar
sokağından, tek tük kalmış (ama nasıl da albenili) Rum evi etrafından geçtik.
“Gelecek sefer sende kalırım. Patara’ya,
çevredeki diğer kazılara birlikte gideriz. Bir arkeologla dolaşmak başka olur.”
Bu zaten onun önerisiydi ama bu kez böyle oldu.
Sağ olasın Pınar. Ne güzel bir final oldu
seninle.
*
Nasıl da bir hava durumu aralığına denk
gelmişim. Ertesi gün asık suratlıydı.
Dönüş yoluna koyuldum. Göçebe ruhum gıdasını
almış, birlikte olduklarımla yüreğim ısınmış, çıkınım izlenimler dolu, Felix’i
mahmuzladım.
Yolda Stratonikeia’ya uğradım. Köyü geçip
kalıntılara yürüdüm. Başlayan yağmurda şemsiyenin altından ışık ayarını gölgeye
getirdiğim kamerayla sepyamsı fotoğraflarını çektim.
Günün duygusuna çok uydu.
*
Fotograflar:
Kayaköy
Fethiye yolculuğu