Yankı Yazgan’ın Kalp Çarpar Beyin Böler
kitabından:
“Kafa karıştırır. Her şey, olayların
hepsi, bir anda, aynı zamanda olur. İskeleden gemi kalkarken tramvay yolcusunu
iskeleden almış gitmektedir. Kafamız her şeyi aynı anda almayabilir. Karışır.
Sisli havalara gelemez.
Yolunu bulması için yol gösterene ihtiyacı çoktur. Yol göstereni de çoktur. Yol
tarifini alır ama uygulamaz. Her türlü müsibet de gelir, onu bulur.
Enerjiktir. Hiç
durmaz. Devamlı bir hareket halindedir. Durmaya gelemez; durduğunda çok derin
bir uykuya dalar. Durursa düşer. Düşmemek için hep yapacak bir şey bulur.
Öylece ayakta kalır.
Büyüktür.
Hantal değildir. Küçücükmüş gibi hareket edebilir. O kadar parça parçadır ki
bir parçasını hareket ettirdiğinizde diğer parçaların haberi bile olmaz.
Yaşlıdır.
Yaşını göstermez. Hareketlidir. Sağına-soluna gençleştirici eklemeleri çoktur.
Gençleri sever. Gençleri çeker. Yaşlılara zor gelir.
Neşelidir. Cıvıl
cıvıldır. Neşesini buldu mu kendini mutlu hisseder. Mutlu mudur? Mutluluk o
anda var ise vardır. Daha ötesini düşünmez.
Kızgındır. İter
kakar. Bu yaptıklarının kendini koruma amaçlı olduğunu düşünürüz. Birilerinin
kendisine bir kastı olduğunu düşünür. Eski ismiyle hitap edenlerden (“Kos” der
kimisi kısaca) huylanır; sinirlenir, unutmak istediği geçmişini hatırlattıkları
için. Geçmişini niye unutmak istediğini de unutmuştur. Sorarsanız, bir cevabı
vardır yine de…
Kopmak ister, kopamaz.
Geçmişten kopmaya hem heveslidir hem de geçmişiyle böbürlenmeyi sever.
Unutkanlığının esas problem olması ihtimali yüksektir. Hatırlayacak çok fazla
şey var. Onun belleği de her zaman aynı verimlilikle işlemez.
Hızlı geçişlere gelemez.
Geçişler onu sarsar. Her dönüşüm döneminde sarsılan ve silkelenen o olmuştur.
Değişim ve dönüşümlere alışıktır ama tam da alışamamıştır. Her ‘geçiş’te, her
sarsıntıda önce bir durulur. Bombalar patladığında, yer yarılıp binalar yıkıldığında
birkaç gün durulur, sonra eski hareketliliğine döner.
Herkese açıktır. Oraya
göçlerin taşımadığı kimse var mı? Ama geçen yıl ama bin yıl önce… Herkese açık
olduğu için her gelenle değişir önce, sonra gelenleri kendisine uydurur. Önce
gelenin sonradan gelene İstanbulluluk taslamasına bakmayın. Herkes sıkıştığında
göçmen yanını ortaya çıkartabilir.
Herkesin etkilerine de açıktır.
Gelenler kadar gidenler de onu değiştirir. Kenti terk edip gidenler -bugün
nadiren hatırlansalar da- götürdükleri ile etkilerler. Kentin geçmişinde yer
alıp bugün varlıkları pek hissedilmeyen azınlıklardan başlayın. Gidenlerin
etkisinin en az gelenler kadar olduğunu göreceksiniz.
Alışkanlıklarına bağlıdır.
Bir kere bellediğinden vazgeçmez. Değişmez merkezler etrafında hayat cereyan
eder. Mahmutpaşa’dan Sultanahmet’e, Beyoğlu’ndan Boğaz’a her yerin yolu yordamı
bellidir. Alışkanlıklarını değiştirmek zordur.
Yeniye alıştı mı eskiyi çabuk unutur. Sanki
o geçmiş yok gibi davranır. 'Gelen ağam, giden paşam'dır bazen. Nankör diyenler,
o da yetmedi kahpe diyenler pek çoktur.
Aşırı iyimserdir. Çok
şey bekler. Kendini bazen dev aynasında görür. Yapabileceğine, bu badireyi de
atlatacağına inancını göçmenlerden aldığı kanısı uyandırır. Nasıl olsa bir yolu
bulunur diye düşünüp yolu bulamadığı çoktur.
Kolayca kötümserleşir.
Kendinden çok şey bekler. Yapamayacağı, altından kalkamayacağı işlere girer.
İşi kıvıramayınca da kendine yüklenir. Kendine yüklenmemek için olimpiyat
komitesini, hakemi, uluslararası güçleri suçlayarak rahatlamaya çalışır. Ama
malını bilir.
Dirençlidir.
Darbeye dayanıklıdır. Sebatkar değildir. Tutarsız ya da sözünü tutmayan gibi
algılandığı olur. Ama aslında sözü aklından çıkıp gittiği içindir.
Düzensizdir.
Başıboş mu, özgür mü, anlayamazsınız. Karar vermek için sorumluluklarını ne
kadar yerine getirdiğine bakmalı… Sorunun cevabı sevimli bir serseri şıkkına
uymakta.
Temizliğe düşkün ama pistir.
Su bolluğunda susuzluk çekmiştir. Evlerin içindeki titizlik biraz da bundandır.
Sakız gibi çamaşırlar, çöplerin atıldığı sokaklara bakan balkonlarda salınır.
Sümüklü burunlar, kirli tırnaklar ile kolalı yakalar bir arada gezerler. Kapıda
çıkartılmış ayakkabılar ev girişlerinin süsüdür.
Sağı-solu belli olmaz.
Havasının oynaklığını dişilik diye yorumlayanlar olur.
Cinsiyeti bellidir ama belli etmez. Havasına
dönersek, Yeniköy’de süveter ile gezerken Ümraniye’dekiler sokaktaki karı
kürüyor olabilirler.
Değişkendir. Sokak
demişken, sokak adları bile günaşırı değişir. Bırakılan hiçbir şey bırakıldığı
gibi kalmaz. Koyduğunuz şeyi koyduğunuz yerde bulamazsınız.
Üşengeçtir.
Çocukları sokaktadır. Özgür ve rahat oldukları için değil; ne yaptıklarını
yeterince takip etmeye biraz üşendiği için… Çocuklarına sahip değildir.
Sabırsızdır. Sabırsızlığı
bulaşıcıdır. Başka yerlerde bekleyebilen, burada bekleyemez. Hemencidir, şimdi
ne olacakçıdır. Bir sonra olacaklara gözünü dikmiştir. Beklediği genellikle
hayallerin gerçekleşmesidir. Hayaller kurana göre değişir. Üçüncü köprü de en
az birisinin hayalidir.
Beklemediği olur.
Aklından bile geçmeyen başına gelir. Depremler, yangınlar, salgınlar… Sahi,
Sağmalcılar’daki kolera salgınını hatırlayan var mı? Her an beklenmedik bir şey
olacağı duygusu kente hakimdir. Sadece ne olacağı ve ne zaman olacağı bilinmez.
Can havliyle hareket eder.
Duygunun varlığı, bilginin yokluğu aceleyi artırır. Hareketler hislerin
kontrolüne girer. Her ne olacaksa, ondan önce ne yapılacaksa yapılmış
olmalıdır. Can havliyle…
Ona aşkla bağlanılır. İstanbul
aşkla bağlanılan kentlerdendir. Aşık olduğunuz kişinin nasıl birisi olduğu,
sizin nasıl birisi olduğunuza bağlı olabilir. Daha önemlisi, nasıl birisi olacağınızı
belirler. Neredeyse bütün aşklarda olduğu gibi, onu idealleştirirken, onun gibi
olmaya, onun gibi davranmaya başlarsınız. İstanbul da sizi sever. Size
karşılıksız bir aşk yaşatmaz. Ama seveceği ne kadar çok kişi olduğunu düşünürseniz,
size düşen paydan sıkılmaya, yakınmaya başlayabilirsiniz. Aşkınız biter gibi
olduğunda, bazen onun ömrünü uzatacak bir iki hoşluk yaşatabilir.
Herkesi kendine benzetir.
İstanbul ile aşk ilişkinizi daha sağlam bir zemine oturtmadıysanız (sağlam
zeminli bir mahallede ev almayı kast etmesem de benim bile aklıma bu geldi!!),
o kendinizi benzetmek için uğraşıp didindiğiniz İstanbul, öfkenizin, günlük
huysuzluklarınızın, söylenmelerinizin, rakı sofralarının, kahvehane
sohbetlerinin, apartman toplantılarının baş hedefi oluverir. Siz benzediğinizle
kalırsınız. İstanbul kendisindeki herkesi kendisine benzetir.
Gözü karadır. Bir
sonraki adımda ne olacağını merak eder. Ne olacağını ise fazla hesap etmez.
Doğrusu, hesap-kitaptan pek hoşlanmaz. Anlamaz diyemem, hoşlanmaz. Sonuçta
içinden geldiği ya da aklına estiği gibi davranır. Bu gözü karalıktır. Talihi
yaver gittiği sürece sorun çıkmaz.
Talihlidir. Çünkü
talihli olduğuna inanır.
Huzurludur. Zira, ‘…Şark
oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla her şey ayağınıza gelir…’
(A.H.Tanpınar, Huzur). Formül belki de şarktadır. Ama İstanbul pek
şarkta sayılamaz. İstanbul bir ayağı orada, bir ayağı buradayken, bir antistres
formülünü pek de uygulayamamıştır anlaşılan. Uygulayabileceği de yok gibidir.
Zira kafası pek karışıktır.
Streslidir. Çünkü
zaman onun kontrolünden çıkmıştır. Zaman kendi başına akışını sürdürürken, siz
ve O, zamana yetişmeye çalışırsınız. ‘Stres’ bu yetişme çabasından kaynaklanır.
O çaba, İstanbul’u canlandırır. Ama çok da yorar. Sinirli yapar. Sinirlidir.”