29 Ağustos 2019 Perşembe

BABAMLA


Neredeyse iki buçuk ay ara verdiğim güney sıcağına ortasında dönünce feleğim şaştı. Suyla havayla birlikte ısınmak başka, ayrılıp içine yeniden düşmek başka. Tost makinesi üzerime kapanır, bastırılır gibi oldu. Dağılmamak için durdum.



*
Arkamı döndüğümde şu çekmeceyi, bu dolabı açık bulunca ağzım da onlarla birlikte açılıyor, öyle kalıyor. “Tıpkı babam! Ben de onun gibi kapısız-kapaksız oluyorum.” İrkiltici ama tuhaf bir biçimde avutucu da.

*
Sıcağa bedenim birkaç günde alıştı. Kesintisiz güney yazlarındaki tensel içli dışlılık hâlâ olmasa da sabahları yürüyüşe çıkıyorum artık.

*
Yas. Kayıp. Nirengileri uç uca ekleyerek kendinin kıldığın bir dünya kurgusunun denizin bir uzanışta dağıttığı kumdan şatoya dönüşü. Yaşadıklarının aldığı, senin onlara verdiğin anlam, saksısı düşüp kırılmış bitkinin sapı gibi elinde. Buradan nereye gitmeli? Hangi saksı? Hangi toprak?

*
Denizden kıyıya bakıyordum geçende. Algımdaki değişikliği fark ettim. Parça ile bütün arasında sekerek, kayarak, oyun duygusuyla gidip gelmediğimi. Bütünlüğün yerini rastlantısal bir parçalılığa bıraktığını. O vakit dünya ne kadar başkalaşıyor. Artık benim değil de, ben içinde yüreği arap bülbülü gibi atan tedirgin, iğreti bir gelip geçenmişim gibi.

*
Babamdan sonra diktirdiğimiz japon gülleri hastalanmış. Begonvil verandaya tekinsiz bir uzaylı gibi iri dikenli dallarını uzatmış. Bahçe saç sakal birbirine karışmış bir berduş gibiydi. Bitkileri budattım, çimleri biçtirdim. İlaçlattım. Toparlandı biraz ama otları yolunmalı. Ve daha epey işi var.

“Ah, eski gücüm olacaktı” diyordu babam geçen yıl bu vakitlerde. “Bir güzel çapalar, havalandırırdım.” Toprak benim için fazla somut. Fazla gerçek. İlişkilenemiyorum.

*
Boşluk değil. Hayat bunun için fazlasıyla hissedilir. Kapsızlaşmak daha ziyade. Kapısız, kapaksızlaşmak. İçeriği ortaya boca edildikten sonra çekmeceler ıskartaya çıkmış gibi. Düzenin, sınırların eriyişi.

*
Dokunsan ağlıyorum. Bol, uzun. Ad koymadan. Tanımlara, açıklamalara daralmadan.

*
Thomas Moore’un Care of the Soul’una başladım. Bir el (baba, derviş, psikoterapist eli) şefkatle ruhuma dokunur gibi oldu. “Hayat kendine anlattıkların değil. Durul. Bırak. Gör. Duy.”

*
Doğudan esiyor. Burnumda sıcak kum, tuzlu su kokusu, sayfalar hışır hışır. Deniz çağırıyor.

Kalkayım da tuzumu tuzuna katayım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder