Şehirle hoş bir perde tutturduk. Erken davranıyor, kalabalık ile sıcak fokur fokur kaynamaya başlamadan o sokak senin, bu
cadde benim, dalıp çıkıyor, kararında bir tempoyla dolanıyorum. Kaçar, yetişir
gibi değil, durup baka, işitip koklaya. Zaman benim.
Sabah kendime çek Beşiktaş’a dedim. Kartallı
meydancıklardan bir sağa bir sola, taze terzi çırağının teğelleri gibi
sokakları sokaklara bağladım.
Bir ara kamerayı sevdiğim netsizliğe ayarladım, ışığa boğup
bir de kendi hareketimi ekleyerek konturları daha da silikleştirdim. Yaz sabahına
ve makamına uyan böylesiydi.
Kapalı pazarı, balıkçıları, tezgahlarını yeni
yeni dolduran manavları yeniden selamladım. Bar, kafe, pastane, pub, esnaf
lokantası, çul çaput, telefon-telefon, göz göz dükkan iyice cıvıldamak için
öğleyi bekliyordu. Gözümü yer hizasından kaldırdığımda eski, dar cepheli evler
aşağının hayhuyundan sıyrılıyordu. Gördüm onları ama başım yukarılarda
dolaşacağım ayrı bir zamana bıraktım.
Sonra bir kokoreççide oturdum. Bakışımı odaksız
bir alıcılıkla gelip geçenlerin akımına saldım. Hareket, renkler, biçimler
uysalca birbiri içine akarken algımın da kamerayla aynı ayarda olduğunu fark
edip güldüm.