22 Temmuz 2019 Pazartesi

BEŞİKTAŞ


Şehirle hoş bir perde tutturduk. Erken davranıyor, kalabalık ile sıcak fokur fokur kaynamaya başlamadan o sokak senin, bu cadde benim, dalıp çıkıyor, kararında bir tempoyla dolanıyorum. Kaçar, yetişir gibi değil, durup baka, işitip koklaya. Zaman benim.



Sabah kendime çek Beşiktaş’a dedim. Kartallı meydancıklardan bir sağa bir sola, taze terzi çırağının teğelleri gibi sokakları sokaklara bağladım.



Bir ara kamerayı sevdiğim netsizliğe ayarladım, ışığa boğup bir de kendi hareketimi ekleyerek konturları daha da silikleştirdim. Yaz sabahına ve makamına uyan böylesiydi.



Kapalı pazarı, balıkçıları, tezgahlarını yeni yeni dolduran manavları yeniden selamladım. Bar, kafe, pastane, pub, esnaf lokantası, çul çaput, telefon-telefon, göz göz dükkan iyice cıvıldamak için öğleyi bekliyordu. Gözümü yer hizasından kaldırdığımda eski, dar cepheli evler aşağının hayhuyundan sıyrılıyordu. Gördüm onları ama başım yukarılarda dolaşacağım ayrı bir zamana bıraktım.


Sonra bir kokoreççide oturdum. Bakışımı odaksız bir alıcılıkla gelip geçenlerin akımına saldım. Hareket, renkler, biçimler uysalca birbiri içine akarken algımın da kamerayla aynı ayarda olduğunu fark edip güldüm.










18 Temmuz 2019 Perşembe

GEÇERKEN


Taksim metrosunun girişindeki yürüyen merdivenin sesini yaklaşırken uzunca bir süre kromatik bir saksafon solosu gibi işittim. Acaba? Ama hayır, eksantrik bir aks etrafında alçala yüksele inleyerek tekrarlayan sorunlu bir mekanizma sesiymiş. Dönüşte bilerek kulak verdim. Hani dünya paraya gideceğin deneysel müzik konserinden bir parça gibiydi, üstelik bedava. Bayıldım -keşke kaydetseydim.



Zhan Wang, Yapay Kaya, detay, İstanbul Modern

Şehirlerin sunduğu böyle işitsel rastlantı yamaları (hele bir de modern sanat sergileri vb'nin hemen ardından kışkırtılmış algılarla) insanı yürürken aktif bir alıcı, bir türüyle yaratıcı ediyor.

Ne hoş!

14 Temmuz 2019 Pazar

GEÇİŞ


Karşımda, o olmasa kıyısından Boğaz göreceğim bina. Bacasının izin verilenden iki karış yüksek olması bahanesiyle şikayet edilmiş. İnşaatı durduruldu. Yıllardır arafta. Var mı yok, yok mu var.

*
Babamın isim levhasını çelik kapıdan söktüm, cebime koydum. 64 basamağı son kez indim.

Alıcı çıktığı haberi geldiğinde büyücek eşyasını iki eve, ufak tefeği oraya buraya dağıttığımız teras katına vardım.

Kitaplıkları dağıtılmış, osu busu sökülmüş, resimleri inmiş, orada eski bir halı, burada istenmeyen ıvır zıvırıyla aslan payının çoktan yendiği, çakallardan sonra sıranın akbabalara kaldığı bir av gövdesi gibiydi.

Aralarda gittik geldik. Başka ülkelere, sonra başka şehirlere. Birkaç yıllığına ya da birkaç aylığına. Dört, üç, iki, tek kişilik yalnızlıklar tanıdı. Ama hiç böyle üzerinde pek az et kalmış, bunlardan da sıyrılıp ağarmak için börtü böcek ve bolca güneş ışığı bekleyen bir iskelete çevrilmemişti.

Tuhaf, yazın bir süre oturulmasın, dönüşte bulduğumuz karafatma ölüleri bile yoktu.

Hiçbir şeyin kendi başına bir varlığı yoktur diyor Budistler. Ben, sen, o dediğimiz, bir süreliğine bir araya gelen sayısız unsurun geçici toplamından ibarettir. Senden alır, ona veririm, sizden aldıklarım beni bir süreliğine ben yapar. Akış, değişim, sürekli olan budur.

50 yıl, yarım yüzyıl. Fırfırlı eteğimle terasta diğer çocuklarla koşturduğumu hatırlayan tek bir komşu kalmış apartmanda. Topladıkları anılarla dört bir yana dağıttığımız nesneler evin silinen hafızası olmuş. Çivi, dübel izleriyle yaralı, boş duvarlar artık sadece kapanmışlığı konuşuyor. Elementleri başka bütünlerin parçasına dönüşmekte, bir devir sona ermiş.

Alıcılar genç bir çift. İki küçük çocukları varmış. Her zaman tedbirli annemin yükselttiği parmaklıklarıyla teras tam onlara göre.

Çember tamamlanıyor, yeni bir döngüye açılıyor sanki. Toprağa karışan karkastan çocukların cıvıltısıyla yeni bir yaşam doğuyor.

*
İnsan faniliği teoride belki ama pratikte güç sindiriyor. Sarsılmış döndüm.

Demin gözüm karşıdaki binaya takıldı. Ben öylece bakar dururken camsız penceresiz gözlerinden dev bir tankerin önce kulesi, boşluk, ardından direkleri kayarak geçti.


Yok mu var, var mı yok.

6 Temmuz 2019 Cumartesi

ADADA


Kendimi canım Issız Ada’ya atmayalı üç yıl olmuş. Kayıplar, kazançlar, türlü değişimle ruh kıyılarımızın yeniden biçimlendiği üç yıl. İyileştiriciliğinin şekli şemali de değişmiş ama büyülü gücü zamanın da her türlü değişimin de ötesinde, aynı.



Bu sefer bolca martıların kanadına takıldım. Ada onların. (Aslında İstanbul onların ama burada önplan da tekellerinde.) Birlikte süzüldük, olmadık ağaç uçlarına tünedik. Yerime dönüp avarece seyrettim. Kanatlarına vuran sabah ışığını, akşam ışığını. Davranışlarını. (İner inmez kanatlarını profesyonel bir paraşütçü gibi karmaşık bir planı izleyerek katlayıp yerleştirmeleri!.) Uçuşlarının zarafetini. Gevezeliklerine kulak kesildim. İnsanlar kadar gürültücü ve lafazanlar. Bildiğim diğer kuşların tersine gece gündüz tanımadan duraksız ve toplu, çığlık çığlığalar, avaz avaz. Ama neden onlarınki rahatsız etmiyor? Dillerini anlamamak mı? Bin bir yan anlamla yüklenmeyişleri mi? Aynı sahnenin oyuncuları olmayışımızdan mı yoksa? Martılardan alacağım çok, vereceğim yok.





Uzandığım yerden göğü uçuşları, sesleriyle dolduruşlarına dalıyor, çıkıyor, önümde uzanan bahçeyle birlikte bu kez yeşillere gömülüyordum. Yeşil çit ile ağaçlar arasından göründüğü kadarıyla karşı adayla aramızdaki su şeridinin sükunetine.

Düşünceler üşüşmeden, kafamın etini yemeden, kaygılara kapı pencere açılmadan, arı ve boş, zamansız (zihinsiz) zamanlar geçirdim.



Arkadaşlarımla sohbetler, keyif saatleri, Büyükada’nın yeryüzü nimetlerine cıvıl cıvıl, rangarenk, tazecik bir selam olan güzelim pazarı sonra. Ada etrafında, kavuruculuğunu toprağın aldığı, karşılığında çamların kokusunu saldığı Temmuz sıcağında bir akşamüzeri yürüyüşü..



Ta uzaklarda İstanbul’un kalabalık kıyı şeridi. Kah puslu, sakin bir siluet kah kaynayan kazanının hatırlatıcısı rüküş ışıklarıyla gevezeliği gözlerde de sürüp gidiyor.





Onun böyle uzak bir ayrıntıya dönüşmesi ne hoş! İnsan maruz kaldığı algı bombardımanının zorbalığını yerli yerine oturtuyor: “Hangi zorbalık sürgit ki seninki öyle olsun! Martıların kanadına takıldığım gibi havalanmama bakar. Dışına çıkmaya, uzaktan süzmeye. Gevezeliğini martılarınkiyle takas etmeye.”



Issız Ada’yı ne çok özlemişim!



2 Temmuz 2019 Salı

RENKLER VE ALDANMA


Perde, kumaşını seçtiğim yerde tatlı bir tütün rengi görünüyordu. Aklı başındalık ile dinamizmin hoş bir dengesi.

Getirip sabah güneşini pür neşe alan yatak odama astığımda ışıkla birlikte karakteri 140 derece filan değişiverdi. Üretime yeni makinelerle devam eden bir fabrikanın ilk denemelerde rengi tutturulamayan bayrak kızılı şimdi. Neredeyse. Bordoya atlayacakken adımını ayarlayamamış da aradaki mesafeye düşmüş gibi. Pavyon, yasa dışı kumarhane, işlik yemekhanesi vb çağrışımlarla sallanıyor. Sabah ışığı döndüğünde kulağından tutup pencerenin kenarına çekiyorum, o züppeleşmeden soylu tütün tonuna dönüyor.

Al, bir insana ortamını değiştir, geldiği halde tanıyamaz ol dersin.

*
Tezgahımı Zen balkoncuğuna kurdum. Bin bir yeşil, gölgeleri, ışık oyunları, martıların değişmeyen fonunda bu şehirden gelip geçen kuşların çeşitlenen ötüşleri, motor sesleri.. Boğaz’dan arada güçlenen esinti çevirdiğim kitabı uçuştururken kalkıp mandal baktım. Yıllardır kullanılmayan öbekten cam göbeği bir tane getirip basmamla çıt diye kırılması bir oldu. Sarılardan denedim. Mavi. Gevremiş plastik kıtır kıtır dağılıp gitti parmaklarım arasında. İlk kırmızıya bir şey olmadı. Diğerlerine de.

Kimyasal huyu suyu her ne ise zamana terk edilmeye bir o dayanmış.

Soyluluk, bayağılık derken belki dayanıklılığı da hesaba katar, perdelere başka bir ışık altında bakmaya kendimi ikna edebilirim.