Sabah. Taşlı toprak yolu
obur bir çene gibi öğütüyor adımlarım. Böyle haldır haldır yürümek basılan yere
ve an’a karşı hoyratlık gibi gelse de nefesi, kaslar ile dolaşımı açıyor. Kontrol,
güç ve bir iş başarma yanılgısı da cabası.
Enerjik yürüme insanı
çabası içinde sınırlıyor.
Küçük şeylerin ayırtına
varıp hemhal olmak yavaş yürüdüğüm, durup göz-kulak kesildiğim başka
yürüyüşlerde. O vakit boynumda kamera da oluyor, onu sepet edip mantar yerine
görüntüler topluyorum.
Sıcaklık birden fırladı,
çöl rüzgarları dediler. Birkaç gün sonra o tatlı diri-sıcak geri döndü.
Geceleri açık pencereden yayılan serinlikle üstüne bir şey daha alma ihtiyacı
güzel.
Kediler neredeyse
görünmüyor. Kış çok sert geçmiş, hayatta kalanlar perişan, yabani.
İnşaatlardan, tadilatlardan buraya uğramaz olmuşlar. Bizimkilerden kışı
atlatabilmiş olan olsa gelip yoklardı. Sarı kedi doğurduklarıyla birlikte
varlık sahnesinden silindi demek.
Oysa kedilerle birbirimize
iyi gelirdik.
Ama deniz var!
Hâlâ serin, dalgıç ceketi,
altına sörfçü gömleğiyle ancak girebiliyorum. İlk irkilmeden sonraysa nasıl da
çözücü. Katman katman duygu-düşünce ve artıklarını artık hiçbir anlam ifade
etmedikleri parçacıklara ayırıyor, yıkayıp uzaklaştırıyor. Ürpererek girdiğim
sudan canlanmış, kimliksizleşmiş, bomboş ve hafif, mutlu çıkıyorum.
Bahçeye Japon gülleri
getirttik. İyi ki geldik der gibi açıvermeye başladılar. Tatlı bir gülüş gibi.
Denizin sesleri, rüzgar,
kuşlar, ince uzun dalların tepesinde çubuk üzerinde tabak çeviren akrobatları
çağrıştırarak mor mor açan jakarandalar.. Hiç bıkmadığım bütün bir repertuar.
Kalabalık basmadan son
günler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder