Kendimi
çıkış noktası yapmam ile Kendimi erek noktası yapmam arasında devasa bir fark
vardır.
Max Stirner’i okurken..
___________________
“Tanrı’yı yargıçları olarak ve Tanrı’nın sözlerini de
yaşamlarının rehberi olarak gören dindarlardan, sadece anımsatmak için söz edip
geçeceğim, çünkü onlar artık geride kalan bir döneme aittirler ve
taşlaşmışçasına yerlerinde sabit kalacaklardır. Bizim zamanımızda artık
dindarların değil liberallerin sözü geçmektedir ve dindarlık, yüzünün solgun
rengini liberalliğin allığı ile örtmeye çalışmaktadır. Oysa liberaller Tanrı’yı
kendi yargıçları olarak görüp saymadıkları gibi yaşamları konusunda da Tanrı’nın
sözlerini kendilerine rehber edinmezler, insanın yolundan giderler: ‘tanrısal’
olmak istemezler, ‘insansal’ olmak isterler.
Liberale göre en yüce varlık insandır, insan onun yaşamının
yargıcıdır, insancıllık da onun rehberi ya da kateşizmidir. Tanrı tindir
ama insan ‘en yetkin tindir,’ uzun süre kovalanan hayaletin ya da ‘tanrısallığın
derinliklerine uzanan araştırmanın’ nihai sonucudur.
Senin her zerren insansal olmalıdır, tepeden tırnağa
kadar, için ve dışın: çünkü insanlık senin mesleğindir.
Meslek-Belirlenim- Görev!-
(…)
Büyük kitlenin, dindarlaşmaya itilmesi yetmezmiş gibi,
şimdi de ‘insansal olan her şey’ ile ilgilenmesi isteniyor. Terbiye (hayvan
terbiyesi, dresaj) giderek daha genel ve daha geniş kapsamlı bir hal
almaktadır.
Siz zavallı yaratıklar kendi gönlünüzce atlayıp
zıplayarak çok mutlu yaşayabilecekken, bilgiçlik taslayanların ve ayı
terbiyecilerinin çaldığı düdüğe göre dans ederek hünerlerinizi göstermek
zorundasınız, oysa Sizi bıraksalardı kendinizi asla böyle şeyler için
kullanmazdınız. Sizi olmak istediğinizden farklı olmaya zorlamalarına yine de
karşı koymuyorsunuz. Hayır, Size sordurulan soruyu Siz kendi kendinize mekanik
olarak ağzınızda geveleyip duruyorsunuz: ‘Ben bu dünyaya ne amaçla geldim? Bana
emredilen nedir?’
(…)
İnsan hiçbir şeyle ‘görevlendirilmediği’ gibi bir ‘ödevi’
ve bir ‘belirlenimi’ de yoktur, tıpkı bir bitkinin ya da bir hayvanın da bir ‘mesleği’
olmadığı gibi. Bir çiçek, açmak için hiçbir buyruğa gerek duymaz, bütün gücünü
bu dünyadan olabildiğince haz almak ve onu tüketmek için harcar, demek ki gücü
yettiği kadar toprağın özsularını, gökyüzü tabakasının havasını, güneşin
ışığını olabildiğince emmeye ve bünyesinde barındırmaya çalışır. Kuşlar
herhangi bir mesleğin icaplarına göre yaşamazlar, ancak güçlerini olabildiğince
kullanırlar: böcekleri yakalar ve içlerinden geldiği gibi öterler. (…) Bir
mesleği yoktur insanın, ancak güçleri vardır ve bu güçler oldukları her yerde
kendilerini ifade ederler, çünkü onların varlığı sadece kendilerini ifade
etmekte mevcuttur, tıpkı yaşam bir an ‘duruverdiğinde’ artık yaşam olamayacağı
gibi o güçler de hareket etmeden duramazlar. Pekala insana denilebilir ki: ‘Gücünü
kullan!’ Ne var ki bu emir insanın kendi gücünü kullanması gerektiğine dair bir
görevi de hatırlatır. Oysa öyle değildir. Her birey gerçekten de kendi gücünü
kullanırken bunu mesleği olarak görmez; her birey sahip olduğu kadar güç
kullanır. Yenilgiye uğrayan biri için gücünü daha çok kullansaydı denir, ancak
şu unutulur: eğer yenildiği anda gücünü toplayacak takati (örneğin bedensel
gücü) olsaydı, şüphesiz bunu yapardı. Eğer bu yenilgi sadece bir dakikalık bir
cesaretsizlikten kaynaklandıysa, işte bu, bir dakikalık güçsüzlüktü. Güç
elbette artırılabilir, daha etkin bir hale getirilebilir (…) ama yokluğunun
hissedildiği yerde, gücün olmadığı da kesindir.
İşte, güçler kendiliğinden çalıştıklarını kanıtladıkları
için onları kullanmaya dair emirler lüzumsuz ve anlamsızdır. Gücünü kullanmak
insanın mesleği ve görevi değildir,
bu onun her zaman için gerçek ve mevcut olan edimidir. Güç sadece gücün gösterilmesini ifade eden daha basit bir
sözcüktür.
Şu gül nasıl baştan hakiki bir gül ise, şu bülbül nasıl
her zaman için hakiki bir bülbül ise, işte Benim de bir ‘hakiki insan’ olmam
için mesleğimi yerine getirmem ve belirlenimlerime göre yaşamam gerekmez, Ben
baştan ‘hakiki insanım.’ Daha bebekken ağzımdan çıkardığım sesler ‘hakiki
insanın’ yaşam belirtisidir; yaşam mücadelem, ‘hakiki insanın’ ilk güç
taşkınlığıdır; son nefesim ‘insan’ gücünün tükenişinin son belirtisidir.
Hakiki insan özlemin gelecekteki nesnesi değildir,
bilakis şimdiki zamanda gerçektir ve varolandır. Ben kim ve her ne isem –mutlu ya
da mutsuz, bir çocuk ya da bir ihtiyar, güven ya da şüphe duyan, uykuda ya da
uyanık- Benim, Ben hakiki insanım.
(…)
Özetle, Kendimi çıkış noktası yapmam ile Kendimi erek
noktası yapmam arasında devasa bir fark vardır. İkinci durumda Kendime sahip
değilim ve böylece de Kendime yabancıyım. Bana yabancı ‘hakiki öz,’ bir hayalet
olarak bin bir surete bürünerek Benimle alay edecektir. Ben henüz Ben olmadığım
için bir başka Ben (örneğin Tanrı, hakiki insan, hakiki dindar, ussal ve özgür
insan vb.) benim Ben’imdir. (…) Böylece insan kendini yakalamaktan yola çıkarak, tini (özünü) yakalamak için
hırsla peşine düşer ve kendini avlamaya çalışırken kendini kaybeder.
Ve insan asla ulaşamayacağı kendini fırtına misali
kovalarken, ussal davranıp insanları oldukları gibi kabul edeceğine, onları
olmaları gerektiği gibi kabul eder ve bu nedenle de her bireyi, olması
gerektiği Ben’inin peşinden koşması için kışkırtır ve ‘herkesin eşit hakları,
eşit saygınlığı olmasını, eşit düzeyde ahlak ve us sahibi olmasını hedefler.’ (…)
İnsanların ne olmaları gerekiyordu ki? Elbette olabileceklerinden fazlası
olamazlar.
(…)
‘Olanaklı sözcüğüne onur atfetmeye ne hacet? Eğer
arkasında binlerce yılın o vahim yanılgısı gizlenmiş olmasaydı ve eğer bu küçük
‘olanaklı’ sözcüğünün taşıdığı kavramda ecinnili tüm insanları hayaletleri
dolaşmasaydı, onu burada ele almayı pek umursamazdık.
Düşünce, yukarıda açıklandığı gibi ecinnilerin dünyasına
hükmetmektir. Olanak, düşünülebilirlikten başka bir şey değildir ve bu korkunç
kuruntuya ezelden beri pek çok kurban verilmiştir. İnsanların ussal
olabilecekleri düşünülebileceği gibi, İsa’yı kabul edecekleri, iyilik için
yanıp tutuşacakları ve ahlaklı olacakları, hepsinin kilisenin kucağına sığınacakları,
devlet hakkında tehlikeli şeyler düşünmeyecekleri, konuşmayacakları ve
yapmayacakları, yani itaatkar vatandaş olabilecekleri
de düşünülebilirdi pekala: ve düşünülebilir olduğu için de –sonuç odur ki-
olanaklıydı ve dahası, insanlar için olanaklı olduğu için (işte yanılgı burada:
Benim açımdan düşünülebilir olduğu için insanlar
için de olanaklıydı) onların da öyle olmaları gerekliydi, meslekleri
buydu; ve nihayet –insanlar sadece bu mesleğe göre, mesleğe atananlar olarak kabul edileceklerdir, yani ‘oldukları gibi
değil, olmaları gerektiği gibi.’
O halde varılan diğer sonuç nedir? Tek, insan değildir;
insan bir düşünce, bir idealdir. Tek’in insanla ilişkisi
çocuğun erginle ilişkisi gibi bile değildir, bir tebeşir noktasının, üzerinde
düşünülen bir noktayla ilişkisi gibidir ya da sonlu bir yaratılanın sonsuz
yaratıcıyla ya da yeni bir bakış açısına göre, insan cinsinden birinin bu cinsle
ilişkisi gibi. Burada ‘sonsuz ve ölümsüz’ olan ‘insanlığın’ yüceltilmesi ortaya
çıkmaktadır: onun onuru uğruna Tek, ‘insanlık tini’ adına bir şey yapmış olmak
için kendini ona teslim etmeli ve bu yolla ‘ölümsüz şöhretini’ bulmalıdır.”
__________
Biricik
ve Mülkiyeti, Max Stirner, 1844
Norgunk Yayıncılık, 2017
Almancadan çeviren: H.İbrahim Türkdoğan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder