Güneye göç vakti.
Babam, köyü üzerinden gitmek istedi. Geceyi baba evinde
geçirmek. Bir vakitler köyü olan yeri on yıl önce son gittiğinde bile hayli
yadırgamış, karış karış tanıdığı bağlar bahçelerin derme çatma yapılaşmanın
altında kalmasıyla neresi şimdi nereye düşer, kestiremez, çıkaramaz olmuştu.
Son sakininin iki yıl önceki ölümü ardından bir zamanların
konağı hızlanan bir çöküş yaşarken babam, kendisinden dört yaş genç olan bu evde
kalmak istediğini söyledi.
Olağanüstü hafızasıyla beş yaşına kadar geri gidiyor,
parmakla gösterilen konağa küçük kız kardeşinin beşiğiyle taşınmalarını
anlatıyor babam. Yıl 1926. Kalabalık bir ailenin, bölgenin, ülkenin 92 senelik
tarihine tanık olacak bir ahşap ev.
Torosları Ulukışla üzerinden geçmeyeli çok olmuş. Gıcır
gıcır otoyollar rahat olmasına rahatlık da dikkati manzaradan çalıyorlar. Oysa
tam tersi beklenir, değil mi? Sürüş rahatlığından artan dikkatin çevreye
kayacağı düşünülür. Ya yol eskisi gibi resimsi bir coğrafyayı aşmıyor ya da
eskisinin istediği azami dikkatten manzara da nasibini alırdı, bilemeyeceğim
ama etrafı otoyoldan seyretmek, bedenin ve arabanın hareketleriyle senin görüntünün
bir parçası haline geldiğin tek yönlü virajlı güzergahlarınkinden farklı. Uzak.
Yine de güzel ama doğayı dize getirdiğin yanılsamasıyla biraz tepeden, biraz
dışından baktığın bir güzellik.
Etrafına bakarken dağları bu bölgede kara trenle aşmaya
başlayan babam neleri nasıl görüyor kim bilir.
Yanardöner bahar havasının değişken ışığı ile yamaçları
kat kat örten yeşil ne kadar canlı! Tek bir saat içinde güneş, yerini asık
suratlı bulutlara bıraktı, bunlar da yüküne dayanamayıp yırtılan tente misali
olanca yağışlarını salıverdi.
Serinlemiş havasıyla köye yeniden açan güneşte girdik.
Vakit çok erkendi ama babam hemen baba evine gitmek istedi. İtirazlarına rağmen
(“Üzerime çekecek bir örtü vardır herhalde orada!”) yastığı yorganını hazır
eden kuzinimle kızı, evin anahtarlarının durduğu kuzenimle karısı ile iki araba
yola koyulduğumuzda babam başını iki yana sallayarak “Damat götürür gibi, ne
yapıyorsunuz siz!” dedi. Kalacağı köşe dört koldan derlenip toparlanıverdikten
sonra odadan odaya birlikte girip çıktık.
“Duvarlara bu girintileri ben açıp kitaplık haline
getirdiydim. Şurada eski bir konsol vardı, gitmiş.”
Dama çıktık.
“Oyuklarda yağmur suyu toplanır, bununla çamaşır
yıkanırdı. Şu uca helayı da ben yaptırmıştım.”
Aile genişledikçe ev de göz göz onu izlemiş, gidenler
giderken bu gözler kapanmış ya da yaşam koşulları değiştikçe dönüşmüş.
“Şu köşe ekmeklikti, beride ahır.” Kuzenlerin çocuklukta birbiri
ardına sokulup yıkandığı hamam. Ot bürümüş avluda el ele tutuşan iki yetişkinin
gövdesini çevreleyemeyeceği koca okaliptusu ben de hatırlıyorum. Evin sondan
bir önceki sakini amcam kestirmişti. Kuyu hala yerinde, kapağına motor
takılmış. Bir köşede gök mavisiyle durup duran tartı, vaktiyle üzerinde tarla
tarla pamuk tartılmış. Cepheden dönmek bilmeyen erkeklerle çoluk çocuğa bir
başlarına sahip çıkan kadınlar, ırgat ya da toprak sahibi demeden gündoğumundan
batımına durmaksızın çalışmış insanlar. Yaşantılar, anılar, yüreklerde bıraktığı
izler, yaralar, onca sevgi, onca öfke, sürtüşme, dayanışma. Hikayeler,
hikayeler.
Babamı yorgun koruyucu meleğine emanet edip ayrıldık.
*
Sabah gülerek karşıladı bizi. Buruk, mutlu, ereği yerine
gelmiş.
“Evle dertleştik. Belim ağrıyor dedim, ben de dedi,
çökmek üzereyim. Gel o zaman beraber çökelim dedim. Bir o anlattı, bir ben.”
Bel vermiş ahşap zemine korkarak basışını anlattı. “Gevreyip
gitti gidecekmiş gibi bir his veriyor.”
Hiç öyle adetleri yokken sıra şimdi de mezarlık
ziyaretindeydi. Siz gidin dedim. Babam “İrisler açmıştır şimdi, fotograflarını
çekersin diye düşünmüştüm” dedi. “Hem sana mezar yerimi de göstermek istiyordum..”
Peki madem.
Köyün mezarlığı insanın (benim) bu alemdeki kalışını kısa
kesip şimdiden huzuruna sere serpe uzanma isteği duyacağı hoş bir yer. Kucak
kucağa olduğu doğanın bahar vaktiyle hem cıvıl cıvıl hem dingin. Yeşillik,
çiçekler ve kuşlarla örülen ulvi bir şenlik.
İki kuşak geriye giden göçmüşlerimizin orada buradaki
mezarları arasında dolandık (önceden yer satın alınmıyor). Babam teyzesinin
benden biraz büyük oğlu Savaş ile onlardan söz ederken ben irislere verdim
kendimi. Geçicilik derme çatmalık değildir, öylesi çapsız, kötü bir yorumdan
ibaret; tersine, geçicilik, derinliğin de güzelliğin de özüdür dediklerini huşu
içinde işitiverdiğim irislere.
“İşte şuraya gömdürürsün beni, başucuma da bir çam dik.”
“Olur baba.”
Savaş’ın emektarı Abbas’a atladık, artık köy olmayan köyü
çıkıp daralan, engebelenen toprak yollardan kuzeye yöneldik.
“Araplar gelirdi mevsimlik, kanal boyuna çadır kurarlardı,
yine geliyorlar mı?”
“Artık yerleştiler Abi. Şuralar onların evleri. Köyün
yerlisi bir avuç kaldı.”
Dağlara doğru, eskiden tarıma hiç elverişli olmayan
topraklar şimdinin olanakları ve toprağın olağanüstü bitekliğiyle tarlalara,
meyve bahçelerine dönüştürülmüş, yemyeşil, çiçeklerle rengarenk.
Dengesiz değişimden bahçeler de payını almış. Narlar
sökülüp greyfurt, o da mı para getirmedi nektarin, olmadı erik denenmiş. Ne
dikildiyse topraktan yana olmasına olmuş da para kah getirmiş kah götürmüş.
Ta çevre yoluna dek göz alabildiğine yeşilin bin bir tonu,
girip çıktığı kılıklar. Neyin ne olduğuna dair sorular soran, cevaplara
anektotlar ekleyen, derken uzunca süre susan babamın yüzünü arkasından yan
aynadan seyrettim. Dikkatle izliyor, bu gezintiden mutlu görünüyordu.
Geldiği yerlerle, yoğun yaşadığı besbelli “dünya gözüyle”
böyle bir kucaklaşmanın ardından göçü tamamlayıp yazlığa vardık, babamın ikinci
yuvasına, benim güneyime.
Tanrısal bir sessizlik, gür ışık, bol oksijenle insana
dair karmaşanın, gürültünün gerileyip ufalıp yerini Doğaya bıraktığı
yer-zamana.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder