14 Nisan 2018 Cumartesi

BABA EVİNDE


Güneye göç vakti.



Babam, köyü üzerinden gitmek istedi. Geceyi baba evinde geçirmek. Bir vakitler köyü olan yeri on yıl önce son gittiğinde bile hayli yadırgamış, karış karış tanıdığı bağlar bahçelerin derme çatma yapılaşmanın altında kalmasıyla neresi şimdi nereye düşer, kestiremez, çıkaramaz olmuştu.

Son sakininin iki yıl önceki ölümü ardından bir zamanların konağı hızlanan bir çöküş yaşarken babam, kendisinden dört yaş genç olan bu evde kalmak istediğini söyledi.

Olağanüstü hafızasıyla beş yaşına kadar geri gidiyor, parmakla gösterilen konağa küçük kız kardeşinin beşiğiyle taşınmalarını anlatıyor babam. Yıl 1926. Kalabalık bir ailenin, bölgenin, ülkenin 92 senelik tarihine tanık olacak bir ahşap ev.

Torosları Ulukışla üzerinden geçmeyeli çok olmuş. Gıcır gıcır otoyollar rahat olmasına rahatlık da dikkati manzaradan çalıyorlar. Oysa tam tersi beklenir, değil mi? Sürüş rahatlığından artan dikkatin çevreye kayacağı düşünülür. Ya yol eskisi gibi resimsi bir coğrafyayı aşmıyor ya da eskisinin istediği azami dikkatten manzara da nasibini alırdı, bilemeyeceğim ama etrafı otoyoldan seyretmek, bedenin ve arabanın hareketleriyle senin görüntünün bir parçası haline geldiğin tek yönlü virajlı güzergahlarınkinden farklı. Uzak. Yine de güzel ama doğayı dize getirdiğin yanılsamasıyla biraz tepeden, biraz dışından baktığın bir güzellik.

Etrafına bakarken dağları bu bölgede kara trenle aşmaya başlayan babam neleri nasıl görüyor kim bilir.

Yanardöner bahar havasının değişken ışığı ile yamaçları kat kat örten yeşil ne kadar canlı! Tek bir saat içinde güneş, yerini asık suratlı bulutlara bıraktı, bunlar da yüküne dayanamayıp yırtılan tente misali olanca yağışlarını salıverdi.

Serinlemiş havasıyla köye yeniden açan güneşte girdik. Vakit çok erkendi ama babam hemen baba evine gitmek istedi. İtirazlarına rağmen (“Üzerime çekecek bir örtü vardır herhalde orada!”) yastığı yorganını hazır eden kuzinimle kızı, evin anahtarlarının durduğu kuzenimle karısı ile iki araba yola koyulduğumuzda babam başını iki yana sallayarak “Damat götürür gibi, ne yapıyorsunuz siz!” dedi. Kalacağı köşe dört koldan derlenip toparlanıverdikten sonra odadan odaya birlikte girip çıktık.

“Duvarlara bu girintileri ben açıp kitaplık haline getirdiydim. Şurada eski bir konsol vardı, gitmiş.”

Dama çıktık.

“Oyuklarda yağmur suyu toplanır, bununla çamaşır yıkanırdı. Şu uca helayı da ben yaptırmıştım.”

Aile genişledikçe ev de göz göz onu izlemiş, gidenler giderken bu gözler kapanmış ya da yaşam koşulları değiştikçe dönüşmüş.

“Şu köşe ekmeklikti, beride ahır.” Kuzenlerin çocuklukta birbiri ardına sokulup yıkandığı hamam. Ot bürümüş avluda el ele tutuşan iki yetişkinin gövdesini çevreleyemeyeceği koca okaliptusu ben de hatırlıyorum. Evin sondan bir önceki sakini amcam kestirmişti. Kuyu hala yerinde, kapağına motor takılmış. Bir köşede gök mavisiyle durup duran tartı, vaktiyle üzerinde tarla tarla pamuk tartılmış. Cepheden dönmek bilmeyen erkeklerle çoluk çocuğa bir başlarına sahip çıkan kadınlar, ırgat ya da toprak sahibi demeden gündoğumundan batımına durmaksızın çalışmış insanlar. Yaşantılar, anılar, yüreklerde bıraktığı izler, yaralar, onca sevgi, onca öfke, sürtüşme, dayanışma. Hikayeler, hikayeler.

Babamı yorgun koruyucu meleğine emanet edip ayrıldık.

*
Sabah gülerek karşıladı bizi. Buruk, mutlu, ereği yerine gelmiş.

“Evle dertleştik. Belim ağrıyor dedim, ben de dedi, çökmek üzereyim. Gel o zaman beraber çökelim dedim. Bir o anlattı, bir ben.”

Bel vermiş ahşap zemine korkarak basışını anlattı. “Gevreyip gitti gidecekmiş gibi bir his veriyor.”




Hiç öyle adetleri yokken sıra şimdi de mezarlık ziyaretindeydi. Siz gidin dedim. Babam “İrisler açmıştır şimdi, fotograflarını çekersin diye düşünmüştüm” dedi. “Hem sana mezar yerimi de göstermek istiyordum..” Peki madem.



Köyün mezarlığı insanın (benim) bu alemdeki kalışını kısa kesip şimdiden huzuruna sere serpe uzanma isteği duyacağı hoş bir yer. Kucak kucağa olduğu doğanın bahar vaktiyle hem cıvıl cıvıl hem dingin. Yeşillik, çiçekler ve kuşlarla örülen ulvi bir şenlik.


İki kuşak geriye giden göçmüşlerimizin orada buradaki mezarları arasında dolandık (önceden yer satın alınmıyor). Babam teyzesinin benden biraz büyük oğlu Savaş ile onlardan söz ederken ben irislere verdim kendimi. Geçicilik derme çatmalık değildir, öylesi çapsız, kötü bir yorumdan ibaret; tersine, geçicilik, derinliğin de güzelliğin de özüdür dediklerini huşu içinde işitiverdiğim irislere.





“İşte şuraya gömdürürsün beni, başucuma da bir çam dik.”


“Olur baba.”



Savaş’ın emektarı Abbas’a atladık, artık köy olmayan köyü çıkıp daralan, engebelenen toprak yollardan kuzeye yöneldik.

“Araplar gelirdi mevsimlik, kanal boyuna çadır kurarlardı, yine geliyorlar mı?”



“Artık yerleştiler Abi. Şuralar onların evleri. Köyün yerlisi bir avuç kaldı.”



Dağlara doğru, eskiden tarıma hiç elverişli olmayan topraklar şimdinin olanakları ve toprağın olağanüstü bitekliğiyle tarlalara, meyve bahçelerine dönüştürülmüş, yemyeşil, çiçeklerle rengarenk.



Dengesiz değişimden bahçeler de payını almış. Narlar sökülüp greyfurt, o da mı para getirmedi nektarin, olmadı erik denenmiş. Ne dikildiyse topraktan yana olmasına olmuş da para kah getirmiş kah götürmüş.





Ta çevre yoluna dek göz alabildiğine yeşilin bin bir tonu, girip çıktığı kılıklar. Neyin ne olduğuna dair sorular soran, cevaplara anektotlar ekleyen, derken uzunca süre susan babamın yüzünü arkasından yan aynadan seyrettim. Dikkatle izliyor, bu gezintiden mutlu görünüyordu.

Geldiği yerlerle, yoğun yaşadığı besbelli “dünya gözüyle” böyle bir kucaklaşmanın ardından göçü tamamlayıp yazlığa vardık, babamın ikinci yuvasına, benim güneyime.

Tanrısal bir sessizlik, gür ışık, bol oksijenle insana dair karmaşanın, gürültünün gerileyip ufalıp yerini Doğaya bıraktığı yer-zamana.












Hiç yorum yok:

Yorum Gönder