İki kere Silifke’ye gittim geldim, fren artık yeterince
çalışıp alışmıştır diye yeniden teknik muayeneye girmek üzere sanayiye
doğru yola koyuldum. Tepedeki düzlükte keçiler yerine tek başına bir çoban
köpeği vardı. Arabanın peşinden koşmadı bile. Sürü orada değil demek deyip
inişe geçtim. Arada Akdeniz mavisi Yeşilovacık koyu, karşı yamaçlarda bir
yamalı örtü misali meyve bahçeleri ile haftadan haftaya renk, ton değiştiren ekin
tarlaları uzanıyor. Tepeden aşağı iniş şu bir iki ay boyunca bambaşka bir
görsel şölen.
Son virajları da dönmüştüm ki karşımda büyük bir keçi
sürüsü belirdi. Toz toprağı ayağa kaldırarak ilerliyordu. İyice yavaşladım. Siyah
uzun, parlak kılların üzerinde dalgalanan boynuzlar, güneş vuran bir toz bulutu
ile sarmalanmış, sesleriyle çıngırakları, sürüyü kan ter içinde yolda tutmaya
çalışan iki delikanlının bağırışlarına, ellerindeki çakıl dolu plastik şişeleri
sallayarak çıkardıkları gürültüye karışarak köy yolunda akıyordu. Büyülenmiş,
sürünün dibine kadar yanaştım.
Oğlaklar (güdülmesi en zor olanlar) sağa sola atılıyor,
sürüden ayrılıp ya yamaca ya köye doğru hamle ediyordu.
Sürünün başında parlak kızıl pullarla süslü uzun elbisesi içinde
genç bir Yörük kadın, atının yanında dimdik durmuş, bu ucu idare ediyordu.
Bu arada müzik değişti, Haendel’in Mesih’i olanca
görkemiyle önümdeki hareketle birlikte yükseldi.
Rastlantıların eseri ne müthiş bir prodüksiyon!
Neden sonra keşke kamerayı unutmasaydım diye hayıflandım.
Belki hiç yoktan iyidir diye yarım akıllı telefonumu çıkarıp onunla çektim (ufak
makinenin zaten sırt çantasında olduğunu sonradan gördüğümde üzüldüm). Ama keyfe
keder. Asıl izlenim içime an be an nakşoluyordu.
Bu sırada çobanlardan birinden azar işittim. “Savaşa mı
gidiyorsun arkadaş! Sıkıştırma sürüyü de dağılmasınlar!” diye bağırdı. Hiç öyle
bir niyetim yoktu oysa. Sadece fena halde çekimlerine kapılmıştım. Arayı açınca
haksızlık ettiğini düşünmüş olacak, biraz ilerideki yan yolu işaret etti, “Onu
izle abla, seni dosdoğru aşağı yola çıkarır.”
Frenler bir yarım saate yakın iyice çalışmış, sürüden
ayrıldım, sanayiye vardım.
Ölçüm aleti ve iyice ahbap olduğum fren ustası arasında
birkaç sefer yaptım. Göz kararı yapılan ayarlar bir türlü tutmuyor, bir taraf
hep zayıf kalıyordu. Baktı olmuyor, güçlü tarafı da zayıflattı. O da işe
yaramayınca yeni değişen parçaların contalarını çıkardı. Ölçüm aleti bu hileyi
beklermiş gibi nihayet iki taraf arasındaki farkı sıfır gösterdi. Koşup
muayeneye girdim ve geçtim.
Dönüp contaları geri taktırdım. (“Bunlar olmadan fren çok
sıkı çalışır, özellikle yağmurlu havalarda arabanın savrulmasına sebep olur.”) Frenleri "yok canım!" tehlike filan arz etmediğini söyledikleri eski haline getirttim.
Teknik muayene istasyonunun ölçütleri, teknolojiyi el
yordamı, göz kararı, kurnazlık ile zorlayan geleneksel ustalıkla nasıl
karşılanacak derken, parçası oluverdiğim böyle bir kandırmacayla iş bitti.
İşte böyle oluyor. Zorlanan, kanırtıla kanırtıla olmadık
yuvalara oturtulan cıvatalar misali sen de düzensizliğin düzenindeki yerini
alıyorsun. Kolayına geldiğinden. Etrafından dolaşarak, aldatarak, rüşvetini
vererek, torpilini bularak vb deldiğin düzenin doğruluğuna, adilliğine ama
asıl, bir şeylerin değiştirilebilirliğine inanmadığından. Nedeni artık her ne ise, olan
ile olması gereken arasındaki uçurumun derinleşmesine hizmet ettiğin her
seferinde de kolayı zor, zoru kolay yapan şu düzensizliğin düzenine su
taşıyorsun.
Gel de çobanları çileden çıkaran sabahki oğlakları
hatırlama!