26 Nisan 2018 Perşembe

ÇOK KEÇİLİ, ÇOK FRENLİ BİR GÜN


İki kere Silifke’ye gittim geldim, fren artık yeterince çalışıp alışmıştır diye yeniden teknik muayeneye girmek üzere sanayiye doğru yola koyuldum. Tepedeki düzlükte keçiler yerine tek başına bir çoban köpeği vardı. Arabanın peşinden koşmadı bile. Sürü orada değil demek deyip inişe geçtim. Arada Akdeniz mavisi Yeşilovacık koyu, karşı yamaçlarda bir yamalı örtü misali meyve bahçeleri ile haftadan haftaya renk, ton değiştiren ekin tarlaları uzanıyor. Tepeden aşağı iniş şu bir iki ay boyunca bambaşka bir görsel şölen.



Son virajları da dönmüştüm ki karşımda büyük bir keçi sürüsü belirdi. Toz toprağı ayağa kaldırarak ilerliyordu. İyice yavaşladım. Siyah uzun, parlak kılların üzerinde dalgalanan boynuzlar, güneş vuran bir toz bulutu ile sarmalanmış, sesleriyle çıngırakları, sürüyü kan ter içinde yolda tutmaya çalışan iki delikanlının bağırışlarına, ellerindeki çakıl dolu plastik şişeleri sallayarak çıkardıkları gürültüye karışarak köy yolunda akıyordu. Büyülenmiş, sürünün dibine kadar yanaştım.

Oğlaklar (güdülmesi en zor olanlar) sağa sola atılıyor, sürüden ayrılıp ya yamaca ya köye doğru hamle ediyordu.

Sürünün başında parlak kızıl pullarla süslü uzun elbisesi içinde genç bir Yörük kadın, atının yanında dimdik durmuş, bu ucu idare ediyordu.

Bu arada müzik değişti, Haendel’in Mesih’i olanca görkemiyle önümdeki hareketle birlikte yükseldi.



Rastlantıların eseri ne müthiş bir prodüksiyon!

Neden sonra keşke kamerayı unutmasaydım diye hayıflandım. Belki hiç yoktan iyidir diye yarım akıllı telefonumu çıkarıp onunla çektim (ufak makinenin zaten sırt çantasında olduğunu sonradan gördüğümde üzüldüm). Ama keyfe keder. Asıl izlenim içime an be an nakşoluyordu.

Bu sırada çobanlardan birinden azar işittim. “Savaşa mı gidiyorsun arkadaş! Sıkıştırma sürüyü de dağılmasınlar!” diye bağırdı. Hiç öyle bir niyetim yoktu oysa. Sadece fena halde çekimlerine kapılmıştım. Arayı açınca haksızlık ettiğini düşünmüş olacak, biraz ilerideki yan yolu işaret etti, “Onu izle abla, seni dosdoğru aşağı yola çıkarır.”



Frenler bir yarım saate yakın iyice çalışmış, sürüden ayrıldım, sanayiye vardım.

Ölçüm aleti ve iyice ahbap olduğum fren ustası arasında birkaç sefer yaptım. Göz kararı yapılan ayarlar bir türlü tutmuyor, bir taraf hep zayıf kalıyordu. Baktı olmuyor, güçlü tarafı da zayıflattı. O da işe yaramayınca yeni değişen parçaların contalarını çıkardı. Ölçüm aleti bu hileyi beklermiş gibi nihayet iki taraf arasındaki farkı sıfır gösterdi. Koşup muayeneye girdim ve geçtim.

Dönüp contaları geri taktırdım. (“Bunlar olmadan fren çok sıkı çalışır, özellikle yağmurlu havalarda arabanın savrulmasına sebep olur.”) Frenleri "yok canım!" tehlike filan arz etmediğini söyledikleri eski haline getirttim. 

Teknik muayene istasyonunun ölçütleri, teknolojiyi el yordamı, göz kararı, kurnazlık ile zorlayan geleneksel ustalıkla nasıl karşılanacak derken, parçası oluverdiğim böyle bir kandırmacayla iş bitti.

İşte böyle oluyor. Zorlanan, kanırtıla kanırtıla olmadık yuvalara oturtulan cıvatalar misali sen de düzensizliğin düzenindeki yerini alıyorsun. Kolayına geldiğinden. Etrafından dolaşarak, aldatarak, rüşvetini vererek, torpilini bularak vb deldiğin düzenin doğruluğuna, adilliğine ama asıl, bir şeylerin değiştirilebilirliğine inanmadığından. Nedeni artık her ne ise, olan ile olması gereken arasındaki uçurumun derinleşmesine hizmet ettiğin her seferinde de kolayı zor, zoru kolay yapan şu düzensizliğin düzenine su taşıyorsun.



Gel de çobanları çileden çıkaran sabahki oğlakları hatırlama!

23 Nisan 2018 Pazartesi

GRAFİK SANATÇILARININ EN BÜYÜĞÜ


Yıllardır her gelişimde gözümü salıp seyrine vardığım, yazdan yaza yeni yeni yönlerini keşfettiğim konulardan biri de palmiye ve yaprakları.


Yelpazelerini, bak, bir de şöylesi var diye diye açar gibiler gözüme.



Anında müziğini, seslerini de oluşturan grafik bir şölen sunuyor duruyorlar.









19 Nisan 2018 Perşembe

OLDURMA SANAYİ


Düşünüyorum da, ülkeye oto sanayi aynasından bakmak mümkün.



Bu iş belki eksiği gediği kapama ihtiyacıyla başlamış. Yokluklarla yetişen kuşakların geliştirdiği beceriyle. Varı yoğa yamayarak. Çoğu az ile onararak. Ama onun hemen arkasında en güçlü, aynı zamanda en dikiş tutmaz yanımızı görüyorum. Dahiyane buluşçuluğun bir ucu yozlaştırmaya varan uydurukçuluk.

Uydur işte bir çare.

Bir yolunu bul.

Eğ bük, zorla, çarpıt.

Al bir şeyi, kafana göre öyle bir oldur ki aslıyla alakası kalmasın.

Din. Demokrasi. Batıcılık. Modernizm.

Alışana, “değer verene” (önceki yazı) kadar sür, sürdür. Oturur gibi oldu mu, muayene raporunu ver gitsin.

*
Taşrada şehirli hassasiyetleri, incelikleri ne kadar uzak, anlamsız kalıyor. Bıyık altından ama iyi niyetli bir gülüşü hak ediyor. Burası çıtkırıldımlıkların yeri değil, hayatın çatır çatır yaşandığı bir gerçeklik. Basit, kaba, çirkin. İşlevsel.

Frencinin dışarı attığı eski masanın başında babam yaşında görünen (ama pekala kardeşim yaşında da olabilecek) adamla sohbet ediyorduk. Arka tekerleri sökülmüş Reno 12’nin sahibiymiş.

En iyisi bunlar, değil mi, dedim.

“He ya, eşek yerine kullanıyorum ben. Vur tarlaya, bahçeye, yükle yükleyebildiğini, çeker.”

“Benimki hanım evladı.”

“E öyle. Toprak yola vurmayacan.”

Şehirlilik, geçmeyen akçe cebimde. Geçit versem hayatı yokuşa sürecek, hayal kırıklığı, sürtüşme yaratacak (sızıntısıyla bile bunları yapan), merceğinin altına geleni böcek gibi ezmek isteyecek fena halde sofistike bir zorbalık.

Buzdağının altıyla barışık olacaksam oldurulması, öldürülmesi isabet olacak bir yük.

Eğil bükül, uyumlan.

Olan ile birlikte ak git.


18 Nisan 2018 Çarşamba

TUTMAYAN BİR FREN HİKAYESİ


Leo araç teknik muayenesinden kaldı. Arka frenler arasındaki eşitsizlik yüzde 30 imiş. Kös kös çıktım. İki gün sonra sanayinin yolunu tuttum.

Tanıdıktan tanıdığa, fren ustasının atölyesine sürdüm. Usta ile çırağı -15-16 yaşında var yok, tatlı gülümsemeli, incecik bir oğlan- lastikleri sökerken etrafa baktım.



Tabelalara. “Ford Konnek Orjinal Yedek Parçaları,” “Egzoz emüsyon ölçümü” gibi bazıları tabelacıda yaptırılmış. Bazıları da isim cisimlerini birlikte döküldükleri duvarlarına yazdırmış.

Derme çatma işliklere baktım.


Haşat arabalara. Hurda yığınlarına.

Usta, balataların sökülmesini çırağına bırakmıştı. Başında yaşlı bir müşterinin çay içtiği döküntü masaya yöneldiğimi görünce ben bir sandalye getireyim diye korkuluksuz, yüksek basamaklı merdivenden asma kata koştu, eski bir sandalye indirdi, üzerine yine de bir gazete yaydı. “Buyurun!” Duygulandım. Ardından demlediği ıhlamurdan ikram etti.

İşinin ehli olduğu izlenimi veriyor. Ve dürüst.

Buradaki işlerin on katına yapıldığı ışıltılı servisleri düşündüm. Bilgisayarlı ölçüm cihazlarını, işlem standartlarını.

Sonra, bu servislerin zuhur etmesinden çok öncesinden beri var olan ustalar ile çıraklarını. Onların ölüyü ayağa kaldıran hünerlerini, buluşçuluklarını, yoktan var edişlerini. Daha adı bilinmezden önce kendi bilinip uygulanan geri dönüşümü.

Bu yandaki ustalarla çırakların bilgisayarlı ölçüm aletleri yerine deneyimle bilenmiş sezgilerini düşündüm. Kılavuz kitaplar yerine hisleriyle hareket etmelerini. Uğraştıkları araçlar da alt ve en fazla orta sınıf. Yani neden olmasın?

Yine de, böyle dışarıdan bakıldığında ne kadar kararlama, körlemesine bir çalışma görünüyor. Olur olur, idare eder ve sağlıklı olmaz hükümleri arasında gidip gelen bir el yordamı.

Fren merkezi yağ kaçırmış, farkın nedeni yüzde doksan buymuş. Çırak mobilete atladığı gibi parça almaya yollandı.

Kampana da bir tornadan geçti mi gayet iyi olur.

Peki.

Çırağın aklı içini hop ettiren kızda olabilir. Fren dediğin gayet de narin görünümlü birçok parçadan oluşuyor. Usta, bir bakışta bunların doğru toplanıp toplanmadığını seçebilir ama şu yay, dikkatin dağılıverdiği bir an o kancanın ortasına değil de ucuna gelecek şekilde yerleştirilse, cıvatalardan biri gevşek kalsa ne bileyim, ayağın pedala gittiği saniye hayatın ve arabanda taşıdıkların ülkenin bire bir yansıması olan şu “olur olur, idare eder” işleyişinin öğüttüklerine karışabilir.

Bir yanda steril muayene istasyonları, ışıltılı servisler, eğilip bükülmeyen ölçütler, standartlar, diğerinde çok daha köklü, yer etmiş yanımızın (ve bunun da bir parçası, nedeni ve sonucu olan ekonomik durumun) uzantısı sanayi siteleri.

Oldu, dedi usta. Arabayı alıp fren ölçümünü yaptırdığım atölyeye gittim.

“Değer vermedi” dediler. O da ne? “Siz ustaya böylece söyleyin, o anlar.”

Bilgisayarlı ölçüm aleti kayda geçen bir fren faaliyeti algılamamış.

Allah allah, dedi usta, Leo’nun direksiyonuna geçip “freni alıştırmaya” çıktı. Döndü. Soğusun, bir daha baksınlar, dedi. Sonuç değişmeyince atölyenin arkasından koca koca kamyon kampanaları getirdiler çırağıyla, bagaja yüklediler.

“Arka tekerlere yük binerse fren basar. Muayeneden geçsin, bunları alırız.”

Nasıl yani? Freni ağırlıkla çalıştıracaksak ağırlığı çıkardığımızda ne olacak?!



“A bir şey olmaz, böyle gayet sağlam. Sadece biraz alışması lazım. O vakte kadar bunlarla muayeneden geçersiniz. Muayenede çok ince eliyorlar, o yüzden geçmek zor olabiliyor.”

İşte yine. Bir yanımda, tutturulmaya çalışılan, en azından göstermelik bir nizam intizam, diğer yanımda onun etrafından dolanmaya, kuraldan çok istisna yaratmaya bakan bir düzensizlik düzeni.

Cila ve altı.

Kisve ve aslı.



Bir ayak doğuda bir ayak batıda, makas açıldıkça yırtılmaya doğru giden bir çift bacak misali ağırlığını nereye vereceğini bilemeyen bir alaşım kültür. İşte onun şaşkın bir tüketicisi olarak bagajımdaki kamyon kampanalarıyla yola çıktım. Takip kontrolüne girmeden araç muayene istasyonunun yanından geçip dağ yoluna vurdum.

Fren alışsın biraz, sonra bakarız.

14 Nisan 2018 Cumartesi

BABA EVİNDE


Güneye göç vakti.



Babam, köyü üzerinden gitmek istedi. Geceyi baba evinde geçirmek. Bir vakitler köyü olan yeri on yıl önce son gittiğinde bile hayli yadırgamış, karış karış tanıdığı bağlar bahçelerin derme çatma yapılaşmanın altında kalmasıyla neresi şimdi nereye düşer, kestiremez, çıkaramaz olmuştu.

Son sakininin iki yıl önceki ölümü ardından bir zamanların konağı hızlanan bir çöküş yaşarken babam, kendisinden dört yaş genç olan bu evde kalmak istediğini söyledi.

Olağanüstü hafızasıyla beş yaşına kadar geri gidiyor, parmakla gösterilen konağa küçük kız kardeşinin beşiğiyle taşınmalarını anlatıyor babam. Yıl 1926. Kalabalık bir ailenin, bölgenin, ülkenin 92 senelik tarihine tanık olacak bir ahşap ev.

Torosları Ulukışla üzerinden geçmeyeli çok olmuş. Gıcır gıcır otoyollar rahat olmasına rahatlık da dikkati manzaradan çalıyorlar. Oysa tam tersi beklenir, değil mi? Sürüş rahatlığından artan dikkatin çevreye kayacağı düşünülür. Ya yol eskisi gibi resimsi bir coğrafyayı aşmıyor ya da eskisinin istediği azami dikkatten manzara da nasibini alırdı, bilemeyeceğim ama etrafı otoyoldan seyretmek, bedenin ve arabanın hareketleriyle senin görüntünün bir parçası haline geldiğin tek yönlü virajlı güzergahlarınkinden farklı. Uzak. Yine de güzel ama doğayı dize getirdiğin yanılsamasıyla biraz tepeden, biraz dışından baktığın bir güzellik.

Etrafına bakarken dağları bu bölgede kara trenle aşmaya başlayan babam neleri nasıl görüyor kim bilir.

Yanardöner bahar havasının değişken ışığı ile yamaçları kat kat örten yeşil ne kadar canlı! Tek bir saat içinde güneş, yerini asık suratlı bulutlara bıraktı, bunlar da yüküne dayanamayıp yırtılan tente misali olanca yağışlarını salıverdi.

Serinlemiş havasıyla köye yeniden açan güneşte girdik. Vakit çok erkendi ama babam hemen baba evine gitmek istedi. İtirazlarına rağmen (“Üzerime çekecek bir örtü vardır herhalde orada!”) yastığı yorganını hazır eden kuzinimle kızı, evin anahtarlarının durduğu kuzenimle karısı ile iki araba yola koyulduğumuzda babam başını iki yana sallayarak “Damat götürür gibi, ne yapıyorsunuz siz!” dedi. Kalacağı köşe dört koldan derlenip toparlanıverdikten sonra odadan odaya birlikte girip çıktık.

“Duvarlara bu girintileri ben açıp kitaplık haline getirdiydim. Şurada eski bir konsol vardı, gitmiş.”

Dama çıktık.

“Oyuklarda yağmur suyu toplanır, bununla çamaşır yıkanırdı. Şu uca helayı da ben yaptırmıştım.”

Aile genişledikçe ev de göz göz onu izlemiş, gidenler giderken bu gözler kapanmış ya da yaşam koşulları değiştikçe dönüşmüş.

“Şu köşe ekmeklikti, beride ahır.” Kuzenlerin çocuklukta birbiri ardına sokulup yıkandığı hamam. Ot bürümüş avluda el ele tutuşan iki yetişkinin gövdesini çevreleyemeyeceği koca okaliptusu ben de hatırlıyorum. Evin sondan bir önceki sakini amcam kestirmişti. Kuyu hala yerinde, kapağına motor takılmış. Bir köşede gök mavisiyle durup duran tartı, vaktiyle üzerinde tarla tarla pamuk tartılmış. Cepheden dönmek bilmeyen erkeklerle çoluk çocuğa bir başlarına sahip çıkan kadınlar, ırgat ya da toprak sahibi demeden gündoğumundan batımına durmaksızın çalışmış insanlar. Yaşantılar, anılar, yüreklerde bıraktığı izler, yaralar, onca sevgi, onca öfke, sürtüşme, dayanışma. Hikayeler, hikayeler.

Babamı yorgun koruyucu meleğine emanet edip ayrıldık.

*
Sabah gülerek karşıladı bizi. Buruk, mutlu, ereği yerine gelmiş.

“Evle dertleştik. Belim ağrıyor dedim, ben de dedi, çökmek üzereyim. Gel o zaman beraber çökelim dedim. Bir o anlattı, bir ben.”

Bel vermiş ahşap zemine korkarak basışını anlattı. “Gevreyip gitti gidecekmiş gibi bir his veriyor.”




Hiç öyle adetleri yokken sıra şimdi de mezarlık ziyaretindeydi. Siz gidin dedim. Babam “İrisler açmıştır şimdi, fotograflarını çekersin diye düşünmüştüm” dedi. “Hem sana mezar yerimi de göstermek istiyordum..” Peki madem.



Köyün mezarlığı insanın (benim) bu alemdeki kalışını kısa kesip şimdiden huzuruna sere serpe uzanma isteği duyacağı hoş bir yer. Kucak kucağa olduğu doğanın bahar vaktiyle hem cıvıl cıvıl hem dingin. Yeşillik, çiçekler ve kuşlarla örülen ulvi bir şenlik.


İki kuşak geriye giden göçmüşlerimizin orada buradaki mezarları arasında dolandık (önceden yer satın alınmıyor). Babam teyzesinin benden biraz büyük oğlu Savaş ile onlardan söz ederken ben irislere verdim kendimi. Geçicilik derme çatmalık değildir, öylesi çapsız, kötü bir yorumdan ibaret; tersine, geçicilik, derinliğin de güzelliğin de özüdür dediklerini huşu içinde işitiverdiğim irislere.





“İşte şuraya gömdürürsün beni, başucuma da bir çam dik.”


“Olur baba.”



Savaş’ın emektarı Abbas’a atladık, artık köy olmayan köyü çıkıp daralan, engebelenen toprak yollardan kuzeye yöneldik.

“Araplar gelirdi mevsimlik, kanal boyuna çadır kurarlardı, yine geliyorlar mı?”



“Artık yerleştiler Abi. Şuralar onların evleri. Köyün yerlisi bir avuç kaldı.”



Dağlara doğru, eskiden tarıma hiç elverişli olmayan topraklar şimdinin olanakları ve toprağın olağanüstü bitekliğiyle tarlalara, meyve bahçelerine dönüştürülmüş, yemyeşil, çiçeklerle rengarenk.



Dengesiz değişimden bahçeler de payını almış. Narlar sökülüp greyfurt, o da mı para getirmedi nektarin, olmadı erik denenmiş. Ne dikildiyse topraktan yana olmasına olmuş da para kah getirmiş kah götürmüş.





Ta çevre yoluna dek göz alabildiğine yeşilin bin bir tonu, girip çıktığı kılıklar. Neyin ne olduğuna dair sorular soran, cevaplara anektotlar ekleyen, derken uzunca süre susan babamın yüzünü arkasından yan aynadan seyrettim. Dikkatle izliyor, bu gezintiden mutlu görünüyordu.

Geldiği yerlerle, yoğun yaşadığı besbelli “dünya gözüyle” böyle bir kucaklaşmanın ardından göçü tamamlayıp yazlığa vardık, babamın ikinci yuvasına, benim güneyime.

Tanrısal bir sessizlik, gür ışık, bol oksijenle insana dair karmaşanın, gürültünün gerileyip ufalıp yerini Doğaya bıraktığı yer-zamana.












10 Nisan 2018 Salı

MAX STIRNER VE HALAMIN BIYIKLARI


Kendimi çıkış noktası yapmam ile Kendimi erek noktası yapmam arasında devasa bir fark vardır. 

Max Stirner’i okurken..
___________________

“Tanrı’yı yargıçları olarak ve Tanrı’nın sözlerini de yaşamlarının rehberi olarak gören dindarlardan, sadece anımsatmak için söz edip geçeceğim, çünkü onlar artık geride kalan bir döneme aittirler ve taşlaşmışçasına yerlerinde sabit kalacaklardır. Bizim zamanımızda artık dindarların değil liberallerin sözü geçmektedir ve dindarlık, yüzünün solgun rengini liberalliğin allığı ile örtmeye çalışmaktadır. Oysa liberaller Tanrı’yı kendi yargıçları olarak görüp saymadıkları gibi yaşamları konusunda da Tanrı’nın sözlerini kendilerine rehber edinmezler, insanın yolundan giderler: ‘tanrısal’ olmak istemezler, ‘insansal’ olmak isterler.

Liberale göre en yüce varlık insandır, insan onun yaşamının yargıcıdır, insancıllık da onun rehberi ya da kateşizmidir. Tanrı tindir ama insan ‘en yetkin tindir,’ uzun süre kovalanan hayaletin ya da ‘tanrısallığın derinliklerine uzanan araştırmanın’ nihai sonucudur.

Senin her zerren insansal olmalıdır, tepeden tırnağa kadar, için ve dışın: çünkü insanlık senin mesleğindir.

Meslek-Belirlenim- Görev!-

(…)

Büyük kitlenin, dindarlaşmaya itilmesi yetmezmiş gibi, şimdi de ‘insansal olan her şey’ ile ilgilenmesi isteniyor. Terbiye (hayvan terbiyesi, dresaj) giderek daha genel ve daha geniş kapsamlı bir hal almaktadır.

Siz zavallı yaratıklar kendi gönlünüzce atlayıp zıplayarak çok mutlu yaşayabilecekken, bilgiçlik taslayanların ve ayı terbiyecilerinin çaldığı düdüğe göre dans ederek hünerlerinizi göstermek zorundasınız, oysa Sizi bıraksalardı kendinizi asla böyle şeyler için kullanmazdınız. Sizi olmak istediğinizden farklı olmaya zorlamalarına yine de karşı koymuyorsunuz. Hayır, Size sordurulan soruyu Siz kendi kendinize mekanik olarak ağzınızda geveleyip duruyorsunuz: ‘Ben bu dünyaya ne amaçla geldim? Bana emredilen nedir?’

(…)

İnsan hiçbir şeyle ‘görevlendirilmediği’ gibi bir ‘ödevi’ ve bir ‘belirlenimi’ de yoktur, tıpkı bir bitkinin ya da bir hayvanın da bir ‘mesleği’ olmadığı gibi. Bir çiçek, açmak için hiçbir buyruğa gerek duymaz, bütün gücünü bu dünyadan olabildiğince haz almak ve onu tüketmek için harcar, demek ki gücü yettiği kadar toprağın özsularını, gökyüzü tabakasının havasını, güneşin ışığını olabildiğince emmeye ve bünyesinde barındırmaya çalışır. Kuşlar herhangi bir mesleğin icaplarına göre yaşamazlar, ancak güçlerini olabildiğince kullanırlar: böcekleri yakalar ve içlerinden geldiği gibi öterler. (…) Bir mesleği yoktur insanın, ancak güçleri vardır ve bu güçler oldukları her yerde kendilerini ifade ederler, çünkü onların varlığı sadece kendilerini ifade etmekte mevcuttur, tıpkı yaşam bir an ‘duruverdiğinde’ artık yaşam olamayacağı gibi o güçler de hareket etmeden duramazlar. Pekala insana denilebilir ki: ‘Gücünü kullan!’ Ne var ki bu emir insanın kendi gücünü kullanması gerektiğine dair bir görevi de hatırlatır. Oysa öyle değildir. Her birey gerçekten de kendi gücünü kullanırken bunu mesleği olarak görmez; her birey sahip olduğu kadar güç kullanır. Yenilgiye uğrayan biri için gücünü daha çok kullansaydı denir, ancak şu unutulur: eğer yenildiği anda gücünü toplayacak takati (örneğin bedensel gücü) olsaydı, şüphesiz bunu yapardı. Eğer bu yenilgi sadece bir dakikalık bir cesaretsizlikten kaynaklandıysa, işte bu, bir dakikalık güçsüzlüktü. Güç elbette artırılabilir, daha etkin bir hale getirilebilir (…) ama yokluğunun hissedildiği yerde, gücün olmadığı da kesindir.

İşte, güçler kendiliğinden çalıştıklarını kanıtladıkları için onları kullanmaya dair emirler lüzumsuz ve anlamsızdır. Gücünü kullanmak insanın mesleği ve görevi değildir, bu onun her zaman için gerçek ve mevcut olan edimidir. Güç sadece gücün gösterilmesini ifade eden daha basit bir sözcüktür.

Şu gül nasıl baştan hakiki bir gül ise, şu bülbül nasıl her zaman için hakiki bir bülbül ise, işte Benim de bir ‘hakiki insan’ olmam için mesleğimi yerine getirmem ve belirlenimlerime göre yaşamam gerekmez, Ben baştan ‘hakiki insanım.’ Daha bebekken ağzımdan çıkardığım sesler ‘hakiki insanın’ yaşam belirtisidir; yaşam mücadelem, ‘hakiki insanın’ ilk güç taşkınlığıdır; son nefesim ‘insan’ gücünün tükenişinin son belirtisidir.

Hakiki insan özlemin gelecekteki nesnesi değildir, bilakis şimdiki zamanda gerçektir ve varolandır. Ben kim ve her ne isem –mutlu ya da mutsuz, bir çocuk ya da bir ihtiyar, güven ya da şüphe duyan, uykuda ya da uyanık- Benim, Ben hakiki insanım.

(…)

Özetle, Kendimi çıkış noktası yapmam ile Kendimi erek noktası yapmam arasında devasa bir fark vardır. İkinci durumda Kendime sahip değilim ve böylece de Kendime yabancıyım. Bana yabancı ‘hakiki öz,’ bir hayalet olarak bin bir surete bürünerek Benimle alay edecektir. Ben henüz Ben olmadığım için bir başka Ben (örneğin Tanrı, hakiki insan, hakiki dindar, ussal ve özgür insan vb.) benim Ben’imdir. (…) Böylece insan kendini yakalamaktan yola çıkarak, tini (özünü) yakalamak için hırsla peşine düşer ve kendini avlamaya çalışırken kendini kaybeder.

Ve insan asla ulaşamayacağı kendini fırtına misali kovalarken, ussal davranıp insanları oldukları gibi kabul edeceğine, onları olmaları gerektiği gibi kabul eder ve bu nedenle de her bireyi, olması gerektiği Ben’inin peşinden koşması için kışkırtır ve ‘herkesin eşit hakları, eşit saygınlığı olmasını, eşit düzeyde ahlak ve us sahibi olmasını hedefler.’ (…) İnsanların ne olmaları gerekiyordu ki? Elbette olabileceklerinden fazlası olamazlar.

(…)

‘Olanaklı sözcüğüne onur atfetmeye ne hacet? Eğer arkasında binlerce yılın o vahim yanılgısı gizlenmiş olmasaydı ve eğer bu küçük ‘olanaklı’ sözcüğünün taşıdığı kavramda ecinnili tüm insanları hayaletleri dolaşmasaydı, onu burada ele almayı pek umursamazdık.

Düşünce, yukarıda açıklandığı gibi ecinnilerin dünyasına hükmetmektir. Olanak, düşünülebilirlikten başka bir şey değildir ve bu korkunç kuruntuya ezelden beri pek çok kurban verilmiştir. İnsanların ussal olabilecekleri düşünülebileceği gibi, İsa’yı kabul edecekleri, iyilik için yanıp tutuşacakları ve ahlaklı olacakları, hepsinin kilisenin kucağına sığınacakları, devlet hakkında tehlikeli şeyler düşünmeyecekleri, konuşmayacakları ve yapmayacakları, yani itaatkar vatandaş olabilecekleri de düşünülebilirdi pekala: ve düşünülebilir olduğu için de –sonuç odur ki- olanaklıydı ve dahası, insanlar için olanaklı olduğu için (işte yanılgı burada: Benim açımdan düşünülebilir olduğu için insanlar için de olanaklıydı) onların da öyle olmaları gerekliydi, meslekleri buydu; ve nihayet –insanlar sadece bu mesleğe göre, mesleğe atananlar olarak kabul edileceklerdir, yani ‘oldukları gibi değil, olmaları gerektiği gibi.’

O halde varılan diğer sonuç nedir? Tek, insan değildir; insan bir düşünce, bir idealdir. Tek’in insanla ilişkisi çocuğun erginle ilişkisi gibi bile değildir, bir tebeşir noktasının, üzerinde düşünülen bir noktayla ilişkisi gibidir ya da sonlu bir yaratılanın sonsuz yaratıcıyla ya da yeni bir bakış açısına göre, insan cinsinden birinin bu cinsle ilişkisi gibi. Burada ‘sonsuz ve ölümsüz’ olan ‘insanlığın’ yüceltilmesi ortaya çıkmaktadır: onun onuru uğruna Tek, ‘insanlık tini’ adına bir şey yapmış olmak için kendini ona teslim etmeli ve bu yolla ‘ölümsüz şöhretini’ bulmalıdır.”
__________
Biricik ve Mülkiyeti, Max Stirner, 1844
Norgunk Yayıncılık, 2017
Almancadan çeviren: H.İbrahim Türkdoğan

7 Nisan 2018 Cumartesi

İŞTE BÖYLE


Kendinle taze aşığınla olduğun gibi misin? Canlı, pür dikkat, pür heyecan. Uyuşuk değil, barışık. Araya hiçbir hazır fikri, yargıyı, beklentiyi koymadan ilişki ne sunuyorsa onu silip süpürür. Dolaysız ve anda yaşar.

Yoksa kırk yıllık, tadı çoktandır kabağa çalan bir hayat arkadaşıyla olduğun gibi mi? Günden güne, yıldan yıla güçlenip taşlaşmış bir “tanıyorum onu” yanılsamasının ölgünlüğüyle. Dönüp gözlerinin içine bakmadan. Tatsızlaşmış geçmiş ile fikri göz ışıtmayan bir gelecek arasında sıkışıp kalmış. Bugünsüz, ansız, heyecansız. Hayatla aranda kalın, tozlu filtreler gibi yığılan kanılar, sanılar, yargılar ile.

Fikirler, düşünceler, hükümler dolaysız yaşamanın yerini aldığı an gerisi çorap söküğü gibi geliyor. Kaslarını esnemeye, hayata anı anına taze karşılıklar vermeye çalıştıracağına senin olduğunu sandığın, aslında onun bunun düşüncelerine, kuşaktan kuşağa aktarılanlara bel bağlıyorsun. Tam anlamıyla bel bağlıyor, ayakta durabilmek için bunları korse niyetine beline doluyorsun. Düşüncelerin, değer yargılarının vs doğrultusunda yaşandıkça da hayatla anında hemhal olma yetin eriyor.

Bunu olana itiraz, ıslah dürtüsü ve direnç izliyor. Gelsin halama bıyıklar. Bademinden posuna, Dali’varisine, uçları, kalınlıkları anlamdan anlama işaret eden bıyıklar.

Sabah, kalkmadan önce gerinirken hayatı en ağır, tatsız kılanın, karartanın direnç olduğu düşüncesi geldi kafama.

Tek başına direncin bir duruş olduğunu sanıyoruz. Oysa işe, eyleme dönüşmeyen, zerrece de dönüşme niyeti olmayan (ben itiraz edeyim, birileri gelsin değiştirsin) direnç kadar bozucu, çözüp çürütücü az şey var. Bunlardan da önce, olan ile arama giren, bakışımı, görüşümü, anlayışı saptırıp daraltan, zindana çeviren az şey.

Oturduğun yerde kahrolmanın değer ifade ettiği bir kültürde zor da olsa, yapıla gelene haydi ordan deyip yola bambaşka, taze, kendinden, anından kaynaklanan bir ilişkilenmeyle devam etmek iyi şey.

Bir kitap çevirmiştim. Başlığını durup durup kendime hatırlatırım: Kabul etmenin özgürlüğü.

Kabul etmeyi ezilmek, itirazı, direnci matah sanma peşin hükmünü çek bir kenara. Bir bak, gerçekten öyle mi? Hangi hallerde öyle, hangi hallerde tam tersi.

Hayat, şöyle olmalı-böyle olmalıydı’lar sıyrıldığında nasıl bir anda canlanıyor, basitleşip derinleşiyor. Kaygıların ötesinde heyecan verici oluyor.

Bir dene.

24 saat boyunca, içinden yükselen, refleks haline gelip yer etmiş kusma dürtüsü misali direnç de dahil hiçbir şeye direnme.

Direnmeyebilmek, kabul etmek güçlü, canlı bir iç ilişkinin ya sonucu ya zemini, onu bilemem. Ama yapıp ettiklerine, sıkça düştüğün düşünce tuzaklarına, köklü alışkanlıkların, reflekslerine bir yandan şöyle omzunun biraz üzerinden engin bir gülümsemeyle baktığın, kendinle yakın, dolaysız, dostça bir ilişkinin, olana bakıp olanı görmenin, kolunun altında toz kaplı, tuğla gibi ağır cilt cilt mevzuat kılavuzlarıyla dolaşmaya gerek bırakmadığını pekala anladım.