Boşluğu, anlamsızlığı, şekilsizliğiyle ne yapacağını
bilemeden, kasesi öfkeli bir el tarafından sofraya çalınmış kıvamlı bir çorba
lekesi misali darala genişleye dört bir yana yayılan Taksim Meydanına çıktım.
Yılbaşı tezgahlarına ayırdıkları alanın kırmızı takından
girdim. Uzunca bir dikdörtgenin iki kenarı boyu sıralanan hediyelik eşya
bölmeleri. Ortada bir sahne, boş. Banttan kulağa hoş gelen müzik yayını, kahve,
kestane kokuları. Tenha. Tempom değişmeden dolandım.
Egzoz yoğunluğunun genzimi yaktığını söylediklerimden bir
tepki almıyorum. Dışarıdan gelmişim, daha üç hafta önce doğadaydım, hava
şımarığı olmuş. Şehirliler kurşun, asit solumaya alışık, neden söz ettiğimi
anlamaları zaman alıyor. Birkaç gün esen poyraz kesildi, hava çöktü, yine ağır.
Külrengi göğün ayazında yağmur çiselemeye başladı. İnce, tül gibi.
Çiçekçilere doğru yürürken polis bariyerleriyle çevrilmiş
–boş bir ağıl gibi görünen- çemberin kenarında alışılmadık bir hareket
dikkatimi çekti, dönüp baktım. Sırtını bariyere dayamış bir gencin üzerine
abanarak onu geriye doğru iten başka bir genç. Çok ağır bir dans gibi. Bir ara
eşcinsel bir çift mi dedim ama alttakinin doğrulur gibi oluşuyla diğerinin iki
eliyle onun boynunu sıkıp yeniden geriye doğru eğdiğini fark ettim.
Etrafa bakındım. On on beş metre ilerde çoluk çocuk
güvercinlere yem atıp seyreden dağınık, ufak bir grup. Gelen geçen tek tük
insan. Beride süren sessiz şiddeti fark edenler müdahaleye yeltenmeden,
yaklaşmadan göz ucuyla izliyor.
Ürkek, donuk bir çerçeve. Yalıtılmışlığınki.
Caddeye girdim. Galatasaray’dan aşağısı ile yukarısı
arasında oranı değişmemişse de kalabalık bir vakitlerin yarısından belki daha
da azı. Hızlanan yağmur altında hızlanmadan, şemsiye açmadan yürüdüm.
Sıcak, güzel bir koku peşinde Starbucks’a girdim.
Kahvesine bayılmam ama önemli olan o değildi. Avuçlarımı karamel macchiato’nun
karton bardağına doladım. Arkamı yaslanıp uzayan kahve kuyruğundakileri seyretmeye
koyuldum. İnsanları. Hayatla nasıl ilişkilendiklerini, güçlerini nerelerden
devşirdiklerini, karmaşa, kaos, korku, ışıksızlık, mutsuzluk ile nasıl baş
ettiğini bilmediğim yabancıları.
Lale Plak. Elim Joshua Redman ile Brad Mehldau’nun Nearness albümüne gitti. Doğru gitmiş.
Günün müziğiymiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder