19 Aralık 2016 Pazartesi

HOŞ MU GELDİM İSTANBUL?

Yol iyiydi. Kar bozkırı, çam ormanlarını, dağları, düzlüğü örtüsüyle eşitler, ayrıntılara hayal katarken mavi beyaz, aktı gitti. Ankara’dan 10’da kalkan otobüs üç buçukta Ataşehir’deydi. Bir kısım yolcusunu indirip TEM’e vurdu. Nispeten daha iyi olacağını umduğum Pazar günü kalabalığıyla pek kımıldamayan çevreyolunda kısa bir süre sonra üçüncü köprü ayrımına saptık. Ve ikinci yolculuk başladı!


Araç trafiği birden düştü, tek tük ağır vasıta ile bir biz vardık, kaymak gibi dört şeritli bir usturayla ormanları sıfıra vurarak kuzey-doğuya doğru geniş bir yay çizmeye koyulduk. Yol boyu güneşli olan gök şehir üstünde bulutlanıp açılarak panorama ile bir tiyatro ışıkçısı gibi oynuyor, ormanları karartırken ta uzaklardaki bol, sıkışık yüksek binaların siluetleşen gürültüsüne tozlu bir sarı aydınlık patlatıyordu. Aşağılarda, yamaçlarda kurulu ufak köylerin, yalnız evlerin, şehir dışı sitelerinin üstlerinden aktık. Neşesi şimdiden kaçmış yol boyu ağaçlıklar canı çekilen kirli yeşilleriyle “Bu muydu?!” diye sızlanıyordu. “Yolunuzu da içimize de ettiniz, peki ya sonra?” İçim burulurken gözüme koca koca tabelaların şamarı indi. Mantar gibi bitecek bilmem ne restoranlarının, benzincilerin henüz sadece vaatleri.

Viyadükler aştık, tünellere daldık, tünellerden çıktık, viraj üzerine viraj döndük. Nice zaman sonra sağ yanda, yeşil bir örtünün az uzağında masmavi Karadeniz belirdi. Kayboldu. Yeniden belirdi. Karşımızda üçüncü köprünün İskandinav tasarımı çamaşır mandallarını çağrıştıran ayaklarıyla birlikte şimdi Boğaz girişindeydik. Aşağıda dalgakıranıyla Poyrazköy, Anadolu Feneri. Dik yarları, ıssızlığıyla (o ıssızlığı bozan şeyden bakışla) vahşi, çok güzel.

İçinden geçerken köprü dışından göründüğü kadar zarif değil. Araçları sert rüzgarlardan korumak için olduğunu sandığım iki taraflı yüksekçe bir çit, görünümü dilimlere ayırırken kendi çizgileriyle görsel bir kargaşa yaratıyor.

Karşısı. Rumeli Feneri, Uzunya, Garipçe.

Artık saçkıranlı yamuk yumuk bakımsız bir kafaya dönmüş yeryüzü şehre karışırken devam ettik. Gökyüzündeki oyuncu ışıkçı da şalteri indirip görünümü kasvetli bulutların ışık pintiliğine bıraktığı gibi çekip gitmiş, çevreyolundan ayrılıp kirlisıkışıkbiçimsizçirkin şeye, bu İstanbul’a daldık.

Nefesim kesildi, içim daraldı. Yarınsız soluksuz umutsuz aldırmaz hoyrat kıyıcı gözü cebinde-eli ölümcül adım attıkça ezen bitiren yaşatmayan-yığan bir gulyabani edilmiş İstanbul!

Hoş mu geldim?

Taksinin (bindiğimde saat 5’e geliyordu) köşesinde neredeyse iki büklüm, havayla birlikte gittikçe karararak bu kez geriye doğru bir kırk beş dakika daha giderken şu mucizevi su, Boğaz göründüğünde kalbimin buzu eriyiverdi. O çok derinlerde yer etmiş sevgi ışıl ışıl ısıtmaya başladı kaldığı yerden.

Geç bugünü bir kalem. Ne bin yıllar gördü geçirdi bu soylu Prens. Silkeleyip attığı ne soysuzlukların, vahşetin sahnesi oldu. Hepsi geldi, hepsi geçti.

Hoş mu geldim?


Evet, hoş da geldim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder