Portland’ın duygusu ilkten pas rengi ince fitilli kadife
gibi. Yumuşak, kendine özgü. İnsanın üzerinde, onu önüne katmış o anonim Amerikan
koşturmasından bir adım geri çekilmiş de ruhunun kendine yetişmesine bile isteye
zaman tanır gibisine. Ne salmış ne kasmakta. Telini kıvamında gerdiği sazıyla sıcak,
kendi halinde, temposuna doğalca ayak uydurulabilir bir makam yakalamış. Batıya
göçün okyanusta son bulan bu ucuna havanda su dövücülüğü, yükselme hırsını sorgulayan,
nihayetinde Doğu kıyısının kamçıla-kamçılan yaşama biçimine kendi alternatiflerini
geliştirenler havasını vermiş sanki. Yoga, meditasyon, New Age, sağlıklı yaşam.
Refah, evet, memnuniyetle ama aracı amaçla karıştırmadan. Yaşamak için çalışarak.
Burada ölçek birey görünüyor. “Bana beni verin, gölge de
etmeyin.”
Göz hizasında bir şehir Portland. Boyutları, kavranabilirliğiyle
de öyle. Kenti yumuşak bir kavisle dolanan Willamette’in iki yanında her yana yürüyerek
ulaşılabiliyor. Nehrin ne tarafta kaldığını ve dört ana bölgeye ayrılan ızgara
planı bildikten sonra benim gibi bir yönsüz bile (fazla) kaybolmadan fıldır fıldır
dolanmaya başlayıveriyor.
Trafikte inek Hindistan’da neyse yayalar da Portland’da o.
Adımlarını yola atmalarıyla akan sular duruyor. Işıkların olmadığı yerde sağınız
solunuza bakmadan kitabınızı, telefonunuzu okumaya devam ederek yolu geçebilirsiniz.
Şehir içinde araba kullanacak olsam bura usulüne alışana kadar bir düzine insanı
püre ederdim herhalde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder