Arkadaşım Deniz’den:
“Farkındalığını arttır dedi. Hiç içinde bulunmayı arzu etmeyeceğim
durumlarda bile durup şehre kulak vermeli ve şehri eleştirmeyi bırakmalıymışım.
Çünkü şehir şehirmiş, asıl benim şehrin içindeki varlığım şehir için yükmüş.
Örneğin yarı-deli bir şoförün kumanda ettiği köhne ve tıkış tıkış dolu bir
otobüsle Boğaz'a ha uçtu ha uçacak bir süratte seyretmekteyken, bir yandan
yuvarlanmadan ayakta durmaya çabalarken, bir yandan da anın tadını çıkarmalı,
hangi kol, bel, bacak ve boyun kaslarımın tam da o anda nasıl da beceriklice
denge sağlamak için çabaladığına dikkatimi vermeli ve elbette nefes
almalıymışım. Nefesime odaklanmalıymışım, yavaş yavaş nasıl ciğerlerime
çektiğime sonra nasıl hısssss diyerek saldığıma. Bunlara odaklanırsam mutlu
olabilirmişim milyonlarca insanın yaşadığı bu koşturması bol, pis kokulu
şehirde.
Nefes alayım, peki. Benden daha çok kim
isteyebilir ki bunu? Şöyle her iki burun deliğinden tertemiz serin havayı
ciğerlerime çekmeli, sonra da ciğerlerimde birikmiş ne varsa hatta içimde
kötülük, sıkıntı namına birikmiş olanları da peşine katarak, ağzımdan
atıvermeliyim dışıma. Acaba en son ne zaman öyle nefes almış ya da vermiş
olabilirim? 4-5 yaşlarında burnumun oluk oluk kanadığı yıllarda. Yine böyle bir
kanamada neredeyse bir paket hidrofil pamuk burnumun iki deliğine de tıkılmış,
anneannemin odasındaki divanda serin serin yatıp genzime ılık ılık akan tuzlu
ve yakıcı tadlı kanımı düşündüğüm gün olsa gerek. Bundan 45 yıl önce yani. Oldu
mu o kadar? İşte o gün, nihayet kanama durup da kanımla ıslanmış
pamuklardan kurtulduğumda o ne güzel bir havaydı içime çektiğim. O zamanlar bu
kadar büyük olmayan burnumun her bir hücresine sızmıştı Ankara kurusıcağının
güneş almadığı için serin bıraktığı odayı kaplayan nefis hava.
Onun dışında, bazen nefes almayı
unuttuğum oluyor. Yani bana öyle geliyor. Bir türlü randımanlı nefes
alamıyorum. Sanki göğsümün üstüne oturmuş kıllı kocaman bir yaratık var, az
çekil diye dürtmek istiyorum ama yatakta kocayı dürtmek gibi bir eyleme
dönüşemiyor. Kaldı ki o da sonuç getiren bir eylem değildir, dahası, sabah
olduğunda karşı taraf hem bütün gece gözünü kırpmadığını iddia edecek, hem de
bütün yorganı çekip almakla suçlanacaksınız. Evet, ciğerime az hava
gittiği için beynimi de pek havalandıramıyorum. Hep o binyıllık kuruntular,
öfkeler. Belki böyle konudan konuya hoplamam da bu durumun bir sonucu. Hoplama
dedim de, geçenlerde rüyamda kangurular gibi hopluyordum, ya da ayağının altına
yay takılmış panayır soytarıları gibi -böyle bir meslek grubu var mı
bilmiyorum.
Sus, yeter. Aklını ve dikkatini topla,
bir kere de söz dinle. Otobüse neden bindim? Yol iki adımlık olmasa da
yürüyebilirdim. Ayak parmağımdaki sinir sıkışması olmasaydı. Burnum tıkalı
madem, nefes alamıyorum, peki neden koku alıyorum? Öncelikle tutunma demirinin
kokusunu neden alıyorum? Nemli paltoların, 1 hafta önce yıkanmış saçların,
kızların daracık kotlarının içine bir de ipli naylon don giyerek ürettikleri
mantarların kokusunu, evden kafasına kokular boca ettikten sonra fırlamış
gencin parfümünün henüz uçmamış alkolünün kokusunu? Neyse ki yanımdaki kız
ağzına naneli sakız attı, oradan bir ferahlık geliyor. Ama bu da o cıklayan
sakızlardan, işitmemeye çalışsam da dişin sakızla olan temaslarının neredeyse
hepsi kulağımda. İçerisi çok sıcak bir de. Şu an ölsem üzülmem.
Nefes alamayacağım anlaşılınca ben de
veriyorum. Yok, son nefesimi değil. Yeniden içime çekeceğim karnı açıkmış
ortayaşlı kadının ruj kokulu nefesini.”
*
Yüzümde bir gülümsemeyle okudum. Keskin zekasını bir
bisturi gibi ışıldatmış.
Girişte sözünü ettiği benim. Söz konusu farkındalık ise
pek benim söylemeye çalıştığım değil. Onun mevcut gözlemciliğine ne eklenebilir
ki? Olsa olsa bunu bir de içe, üretken zihninin doğasına çevirmesi. Meramım da
oydu.
Adına gerçek
dediklerimiz, çoğu zaman olguları yorumlayış biçimimizden ibaret ise
yorumlayanı, zihni seyretmek nasıl olur? İşleyişini, mantık dediğimiz şeyin
hangi çöplerden çatıldığını. Düşünceler, duygular, izlenimler, itme-çekme, kayıtsız kalma ile dolup dolup
boşalmasını. Bunlardan olumlu-olumsuz kanımıza dokunanlara, içimizde bir
şeyleri harekete geçirenlere takılıp kalışını. Aslında sürekli bir akış iken
kendine nasıl kalıcı, ele gelir bir kimlik biçip dört elle asılarak ne pahasına
olursa olsun savunmasını.
Seyretmesini önerdim, izlemesini.
Yargılamadan, irkilmeden, bastırmaya, değiştirmeye
çalışmadan. İçindeki yansız, her şeyi kucaklayan tanık canlanırken seyri bir
sanat haline getirmesini. Bir yandan bocalar, kapılır gider, yeni bir atılımla
silkinip yola yeniden koyulur, sever-tiksinir-burun kıvırır-kuşku/inanç
duyar-mutlu/mutsuz olur.. yani yaşarken bir yandan bütün bunları ve daha ne
varsa seyretmesini.
“Konu mutlu olmak değil, seni iplerinden (geçmişin,
çevrenin koşullanmaları ile bunlar üzerine bina edilenler) bir oraya bir buraya
çeken refleks tepkilerinin oyununa uyanmak.”
Zihnin çıplak doğasının değil, olsa olsa durmadan
ürettiklerinin farkındayız. Bunların bize hissettirdiklerinin. Sihirbazın el çabukluğundan
ziyade şapkadan çıkardığı tavşanların. Tavşanlar hoşumuza gittiği sürece ne
âlâ.
“Ayak bileklerinden başlayıp seni yarı beline kadar içine
alması an meselesi düşünce-duygu sellerine kapıldığında bir kılavuz ip gerek; o da nefesin
işte. Usulca ona dön, odaklan. İçine girişine, çıkışına. Nasıl olduğuna.”
Nefes, uçan balonu baloncunun bileğine bağlayan ip.
Düşünceden duyguya, oradan tepkilere savrulup giderken seni aslolana geri getiren.
Böyle böyle seyre çalıştığında diken üstünde olmanın yerini yavaş yavaş ve kesintili bir hoşnutluk almaya başlıyor. Kapanmanın
yerini açılış. İtmenin yerini ilgi. Ardına çekilecek duvar arayışının yerini
çıkıp katılmak. Bıkkınlığın (gözün takılıp kalması değil mi bu?) yerini
kurcalayıcılık.
“Dediğim, etrafında olup bitenin farkındalığından öte;
farkındalığın farkındalığı.”