İşçiler üçer beşerli gruplar halinde çalışıyor.
Bahçelerin bakımı, etrafın temizliği. Sıcak tempolarını düşürüyor ama
kaptırdıklarında bazen tek kelimesini anlamadığım konuşmalarının hızı hiç
azalmıyor. Tersine. Kızgın çakılların çıplak tabanlarını daha az kavurması için
çılgın bir koşudur tutturmuş gibi konuşuyorlar. Lafların birbiri içine
yuvarlandığı bir fokurtu. Yöre şivesi.
Fatoş öyle çok uzaktan değil. Tarsus’tan. Ama burada
geçirdiği on beş yıldan sonra hala öğrendiğini söylüyor. “Sizin kullandığınız
kelimeler sözlükte bile yok” diyormuş.
“İlk geldiğimde, yakınlarda bir göl var, herkes de oraya
ne zaman gidildiğini soruyor sanıyordum. Hangole
gidiyon? o kadar sık geçiyordu ki. Sonunda öğrendim. Nereye, derlermiş.
Herhalde hangi yöne’nin çarpıtılmış hali.”
Fide’den kastinin ne olduğunu da epey bir yanlış
anlaşmanın ardından anlatabilmiş. Ha o mu, ilahi yenge, ilişe desene demişler.
“Oğlum burada dillendi. Bir gün heyecanla geldi. Anne,
biz gölük gördük, dedi. Ne gördüğünü
anlamak için göstermesini istedim. Biraz ötedeki sıpayı işaret edip
aha! dedi.”
İstanbullu bir hanım doğu koyundaki gazinoda kuruyemiş
istemiş. İçkisini getiren çocuk gitti gelmez. Her yerde kurutulmuş meyve
ararmış. Bilememiş hanımın gılle
istediğini.
Gılle
aslında abur cuburun genel adıymış. Çikolatadan pestile, cipsten patlamış
mısıra herhangi bir şey olabiliyormuş.
Tıpkı süzgeçten kepçeye, servis kaşığına vb her şeyin delikli olması ya da bidon-kova, içine
bir şeyler konan her kaba da stil
denmesi gibi.
İşimiz var, yeni bir dil öğreniyoruz.
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder