Öylece bırakıldıkları yerden toplanmayı beklerlerken
önlerinden gelip geçtikçe gülümsüyordum.
Ne saçma! dedim. Duvar yerine banka dizilmiş ve bacaksız
üç Humpty Dumpty.
Ama bir yandan da, bazen fotografı nedenini bilmeden
çektiren o çekimi hissediyordum. “Sen hele çek, sonra anlarsın.”
Ekranda baktım, bir daha baktım.
Ve paldır küldür tavşan deliğinden yuvarlandım.
Bidonlar önce insanlaştı. Sonra kişileşmeye başladı.
Biçimleri cinsiyetlerini belirledi.
Bir erkek, iki kadın.
Etiketli oluş-olmayışları birbirlerine göre duruşlarına, bakış
yönlerine, mesafeleri ise birbirleriyle ilintilenme biçimlerine işaret eder
oldu.
Hikaye oluşmaya, olgunlaşmaya koyuldu.
Erkek sol kolunu kadının omzuna atmış. (Yığınla soru
sorulabilir, bu basit hareket şekilden şekle girerken tahayyül edilebilir.)
Gözleriyse ileriye çevrili. Hafifçe öte yana. Bakıyor (neye, kime?).
Kadınınsa soru, merak dolu olabilecek bakışı
beraberlerindeki ikinci kadına yönelmiş. (Kadının arkadaşı ya da ikisinden
birinin kız kardeşi olabilir.) Dar çerçevelerinde yer alacak kadar yakın, yine
de üçüncü kişi. Çeperde. (Ya da belki geldiklerinde orada buldukları bir
yabancıdır.)
İlişkileri kafamda gruplanır çözülür, tekil ile çoğul
arasında gidip gelirken ağırlık noktası kesintisiz bir hareketle ilk kişiden
üçüncüye kaydı.
Artık önümde yüklü bir psikolojik an vardı. Bununla
oynamaya koyuldum.
Vasat bir yerli filmde harcanıp geçilen kısa bir park
sahnesi oldu. Es’leri ustaca uzatıp temaya sınırsız bir açılım yaratan
Antonioni, Bergman gibilerin eline geçtiğini hayal ettim.
Frontal bir fotograf olarak bu topyekun duygunun müzikte,
çeşitli enstrümanlarla nasıl verilebileceğini.
Üzerine yazılmış, yazılabilecek hikaye, romanları.
Gözümü nihayet ekrandan aldığımda kalbim daha hızlı
çarpıyordu.
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder