27 Kasım 2012 Salı

CONTEMPORARY ISTANBUL


Fotolar:

https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/ContemporaryIstanbul2012?authkey=Gv1sRgCJGNzfvgiLbL9wE#


Çocuk gibi gezdim. Çocuklaşarak.

Kalabalıktan sırf irkiltmeye dayanarak sıyrılmaya çalışan işlerin önünde adımlarım yavaşlamadı bile. Yan gözle bir bakış, vuruculuğu bir atımlık bu yolu tanıyıp bir yana bırakmaya yetiyordu. (Bir sanat eserinde irkilticilik ancak sonuç ise ağırlığı var. Başlı başına bir şey olduğunda can sıkmaya başlıyor: “Ee, diyecek bir şeyin yoktu da beni neden uyandırdın?”) Bağırıp duranların dünyasında bir çığlık daha. Kolaysa beni kontrastla yakalayın, şiddeti artırılan tekrarla değil. Akıntının tersine, dışına giderek.

Sevdiğim, daha uzun uzadıya bağ kurabildiğim parçalar, fotograflar, heykeller oldu. Çocuk şenliğiyle dolaşmamda açılan parantezler. Mıknatıs gibi çekenlerse beni en çok eğlendirenlerdi. Yorgos Kypris’in balıkları, Zilvinas Kempinas’ın Çeşme’si, üstü aynalarla kaplı pembe tabut, çiçekli emaye su boruları. Öyle şeyler.

Ortalığın zamanın sonu gelmiş gibi fazla pişirilip derinleştirilmeden çakıp çakıp sönerek paylaşılan izlenimlerden geçilmediği bir çağda boğulup kalmadan ne de hüsrana uğrayarak hoşça vakit geçirmenin doğal yolunu algılarım böylece kendiliğinden buluverdi.

24 Kasım 2012 Cumartesi

ELEKTRİK

Kasım akşamının gönülsüz son ışıkları da çekildiğinde irili ufaklı mumları yaktım. Kesintinin birkaç saat sürmesi olmamış şey değil. Birazdan gelirdi herhalde. J.M. Coetzee’nin Utanç’ına daldım. Loşluğu, vasat çeviriyi geçip gittikçe daha derinlerine.

Velveleci, meraklı komşu merdivenleri iniyor, çıkıyor, kapıları güm güm vuruyor, sesi sinirlerim üzerinde reçinelenmemiş keman yayı gibi sekiyordu. Sıra bana geldiğinde fırladım. Alnımda, ışığı öfkeli bir tek boynuz gibi ileri atılan tepe lambası ve hışımla kapıyı açtım. (Bir adım geri sıçramasına, neye uğradığını, kapının hangi tarafında olduğunu şaşırıp “Buyrun?” demesine sonradan durup durup güldüm. Ezilip çiğnenerek dişlerimin arasından medeni bir tıslama olarak çıkan kendi orantısız tahammülsüzlüğüme de.) Kitabıma döndüm.

Bağıra çağıra binaya girip çıkan tamirciler işitmediğim soruyu “Artık yarına!..” diye yanıtlayıp giderken kafamı kaldırdığımda elektrikle birlikte eksilen diğer şeyleri ayrımsadım.

Sıcaklık. Kalktım, su ısıtıp termoforu doldurdum.

Sesler. Termostatı sarsıla titreye çalışıp duran buzdolabının mırıltısı. Kalorifer kazanının bütün seslere yumuşak bir astar çeken yaygın, düzenli, çıkıntısız uğultusu. Boruların takırtı, çıtırtıları. Halojen lambanın vızıltısı.. Elektriğin peşi sıra getirdiği, mekanları dolduran tüm o sesler. Onların alışılmış kozalıkları aradan çekildiğinde dış seslerin gelişi de farklılaşıyordu. Yokuşu inip çıkan arabalar, gelen geçenin konuşma parçaları, vapur düdükleri, ezan, sirenler. Dışarıda, aralarında olmadığın, dengeleyici kendi seslerinden boşalmış bir “içeriden” duyduğun sesler. (Bir ara biraz müzik dinledim. Kesinti daha birkaç saatlikken. Kulağım henüz öteki taraftaydı, çitin alışılmış yanıyla hala dolu. İkinci akşam da geçer, gece kendi sesleriyle sivrilirken müzik uygunsuz gelmeye başladı. Coetzee’nin Utanç’ı bitti; şimdi kulağım da zihnim ve içim gibi çitin beri yanında. Elektrikle birlikte türdeşlerimle bağım kesilmiş, karanlığın, sessizliğin gayri şahsi boşluğunun derinliklerine yabani bir zevkle gömülüyorum.)

Ve zaman. Elektriksiz, emziksiz, oyuncaksız, uyuşturucusuz çıplak zaman. Ne kadar farklı geliyor. Bereketli. Varlık hissinin alabildiğine yankılandığı derin, geniş bir mağara gibi. Sarıcı. Kuşatıcı. Arkaik.

Kesildiğinde aklım elektriğin getirdiklerindeydi. Kesinti uzadıkça götürdüklerine kayıyor.

Dışarıda kazma sesleri çoktan durdu.

En az bir gece daha bu unutulmuş mağaradayım.

12 Kasım 2012 Pazartesi

ÖLÜMÜN SAKINCALARI VE YARARLARI


Umberto Eco’nun başlığı bu olan denemesini ağzım kulaklarımda okudum*. Eco dalgasını tatlı tatlı geçerek düşsel muhatabına (öğütlere gereksinen toy biri) ölme fikrinin neden can sıkıcı olduğunu açıklamakla başlıyor. Sen giderken partinin devam ettiğini, daha da edeceğini düşünmek hoş değil tabii. Görkemli gün doğumları, kutlamalar, savaşlar, aşk.. Sensiz sürecek bütün o hareket. Ve ölüme hazırlığın en kestirme uzun yolunu gösteriyor: Aslında herkesin aptal olduğuna uyanmak. Böylece gözün arkada gitmezsin. Ama öyle vaktinden evvel de uyanmamak ki hayatı yaşayabilecek kadar ciddiye alasın.


*

Ertesi sabah kitabın yanında, okusun diye verdiğim babamın notunu buldum: “Ölüme hazır olamayışın nedeni bence insanın kendi gerçek varlığının cahili olmasıdır.”

Babam sırtını bilim-teknolojiye dayamayan bir geçmişte büyümüş. İnsanların hayat bilgisini de bilgeliğini de ilk elden devşirdiği bir ortamda. Vakti gelenlerin “dibine varan mum gibi” söndüğü, emaneti debelenmeden gönüllü teslim ettiği. Ama vakitli-vakitsiz, ölümün yabacılaşıp kaçılan, öyle uzun boylu korkulan bir şey değil, sürecin iç içe yaşanılan doğal sonucu olduğunu göre göre.

*

Sakıncası şenliğin ortasında çıkmaksa ölümün yararlarını sadece bize bahşedilmiş bir ölümsüzlük hayal ederek ortaya çıkarabiliriz diye devam ediyor Eco. Sürüp giden bir yalnızlık. Sayısıyla birlikte verdiği zevk de seyrelen keşifler. Hayatın kıyısına itilmek..

Sonra biraz ciddileşerek, ömür boyu yığdığı birikimin kendisiyle birlikte yitip gidecek oluşunun uyandırdığı hüzünden dem vuruyor. Sadece kendi kafasında kurulmuş benzersiz bağlantılarla içinden geçip gitmiş onca izlenimin. Bunları artık kimseye iletemeyecek olmanın.

Kalemimi çıkarıp defterimi açtığım bu kır kahvesine gelirken önüme bir düğün arabası çıktı. Arka camına yapıştırılmış kalp biçimli kağıtta “Hasretime kavuştum” yazılıydı. Tatile pek az çıkan içimdeki editör, yüzünü bu kötü kurgu karşısında limon yalamış gibi buruşturdu, sonra da güldü. Ya biri ya öteki. Ama diğerinin yokluğundan doğan bu iki şey aynı anda var olamaz. Birine dokunduğun an öbürü artık yoktur.

“Bizden sonrasını” da hasretimize kavuşma mantığı ile tasavvur etmiyor muyuz? Ölümle birlikte yarım kalanların, ortasında çıkılan cümbüşün, artık paylaşmayacak olduklarımızın acısını çekecek bir özne olacakmış gibi.

*

Kaldı ki şu sonlu yaşama bile hakkını ne kadar verebiliyoruz ki gözümüz sonsuzlukta? Gönlümüzden ölümsüz olmasını geçirdiğimiz tatlı anları, kaçınılmazca bunlara karışıp sonsuza dek uzayıp gidecek bütün o verimsizlik, savurganlık, düş gücü yoksunluğu, can sıkıntısı, karın ağrısı, sürtüşme ve çelişkilerle birlikte düşünmek.. Ölümün yarar ve sakıncalarını bir bakışta görmek değil mi?

*

Bana gelince.. Hayat denen büyük ikramiyenin, iğne deliğinden geçirilen deve misali her nasılsa “ben” olarak hissettiğim varlığa vurması tek başına yeterli fevkalade bir armağan göründüğünden ve yapı olarak hiç arsız da sayılmayacağımdan üzerinde durduğum bir kez elime geçmiş olması. Konuk edildiğim bir evde misafirliğimi ev sahiplerinin arzusu hilafına pervasızca uzatır mıydım? Hayır tabii. Yeterince hoşnut olmadığımdan mı? İlgisi yok. Gittikçe kıvamlanan bir tutkuyla yaşayabiliyorum ama yaşam/zaman teflon, ben teflon, yapışıp kalmadan.



*Yengeç Adımlarıyla kitabında.

4 Kasım 2012 Pazar

ÇEPEÇEVRE VAN GOGH


Dışarı yayılan müziği izleyerek duvarlar, dörtgen prizma panolar ve yerden diz boyu yüksek uzun bir platform dışında karanlık, geniş mekana girdiğim an Van Gogh’la sarmalandım.

Tabloları yatay-dikey, kesintili-kesintisiz yüzeylere detay/bütün yansıtılıyor, aralara karakalem çizim ve günlüğünden notlar serpiştiriliyor, görüntüler müzikle birlikte akıyordu.

Alışılmadık konum ve boyutlarıyla resimlerin siyah fonda sesle, hareketle de bir araya gelişiyle izleyici, sanatçının boşluğu olduğu gibi kendisiyle dolduran dünyasında ufak bir ayrıntıya dönüşüyordu.

Bugünün ortalama izleyicisine, “Hiçbir şeye alan açmaz, şöyle enine boyuna zaman tanımaz, en büyükleri bile uzayınıza kısacık bir süre ve ancak iskemlenin kenarında mı buyur edersiniz” der gibi bir sergileme. “Buyurun o halde, siz onu konuk edeceğinize sanatçıya siz konuk olun! Kıpır kıpır dağınık dikkatinizde o ufalarak içinize sığmaya çalışacağına tersi olsun; onun uzayında sizin boşluğunuz, savrulan dikkatiniz ufalıp gitsin. Yaşarken esirgenmiş alan tümden onun olsun!”

Hiperaktif çocuğa dayatılan Ritalin gibi bir sergileme anlayışı; seyircinin uyuşuk yanını uyarırken aşırı hareketini yatıştırıyor.

Projektörden saçılan renkler ve ışık üstümden akar, gölgemi yansıtılanlara düşürüp tekrar karanlığa karışırken bir o banka bir ötekine oturdum, mekanı bir uçtan diğerine yürüdüm, bazen de dikilip kaldım. Bu çok sesli dünyada dolandım, durdum. Anlatı çemberi tamamlandığında iliklerime kadar Van Gogh’a bulanmıştım.

Canlanmış, renklenmiş.


https://picasaweb.google.com/118198168542066911108/CepecevreVanGogh?authkey=Gv1sRgCKziwNe418SWmwE#