28 Nisan 2010 Çarşamba

BAĞDAT




Kadında ne güzel ad, dedim, hikayesini de öylece öğrendim.

Annesi ikişer ikişer on iki çocuk doğurmuş. Oğlanlar hep ölmüş, kızlar kalmış.

Altıncı kızmış. Annesi yaşasın istememiş. Köyde kendi adını doğacak bir çocuğa vermek isteyen bir kadın varmış. Reddedilince madem öyle, diye ilenmiş, adım konulan çocuk ölsün!

Annesi de işte bunun için Bağdat koymuş adını.

Bağda bırakır gidermiş. Açlıktan avaz avaz ağlayan bebeği kendisi de ufak bir çocuk olan ablası sırtına vurur, emzirsin diye dört beş kilometre ötede, evlerindeki analarına götürürmüş.

Kadın, son oğlunun da küçük yaşta ölümüyle kahrından gitmiş. Yedi sekiz yaşlarındaymış Bağdat o vakitler.

Beni ablam yaşattı, sonra da büyüttü, dedi, başka birinin çok gerilerde kalmış öyküsünü anlatır gibi.

Yumuşak ahşaba büyük bir keskinin cömert darbeleriyle yontulmuşa benzeyen yüzüne vuran akşam güneşiyle tınısı birdi sesinin.

24 Nisan 2010 Cumartesi

SCHUBERT İLE YARIMAY

Dallar arapsaçına dönmüşse onları tek tek açmakla uğraşma. Olmaz. Daha da karışır, içinden çıkılmaz hale gelirler. Dört bir yana dağılanı oradan oraya koşuşturarak toparlayamazsın. Tek bir yönde ilerleyeceğin yere dön. Gövdeye. Sakinleştirir bu seni. Telaş durulur. Yangı azalır.

Oradan da köke açıl. Yaşam gücünün yeniden-yeniden doğduğu yere. Başka bir işleyişin, perspektifin düzlemine.

Ateş almış gibi peşlerinden koşmak yerine çözümlerin daha büyük bir görüşün yan ürünü olarak sana geldiği kaynağa.

Yüzeyde debelenirken unuttuğun ama hep orada olana.

Öz’e.

* * *

Bulutsuz, şehir ışıksız gökte yarımay ve Schubert; berrak suya düşen damla gibi.

22 Nisan 2010 Perşembe

IV. GLUTEUS MAXIMUS

Sağlık ocağında doktoru beklerken.

Masasındaki tuğla gibi ilaç rehberi çok tahrik ediciydi. Ama koltuğuna yakın, başlığı da ondan tarafta duruyordu. Düzenine karışmak olurdu alıp karıştırmak, bayıldığım ilaç adlarına dalmak. Dokunmadım.

Duvarları seyretmeye koyuldum. Kirlenmeye başlamış fıstık yeşili üzerinde ilaç şirketlerinin verdiği afişler.

Kulak burun boğaz. İdrar yolları. Kalp ve trafiği. Katman katman insan anatomisi.

Kalkıp kasların önünde dikildim. Tok sesli Romalı bir hatibe okuttum bütün o görkemli, otoriter adları. Forumda kürsüsüne çıkmış, dolgun dudaklarından iyice tenselleştirerek döktürdü bunları.

En sevdiğimi arayıp buldum sonra: Gluteus Maximus. Adıyla indimde kasların şahı!

Şanlı seferinden Altın Çağındaki Roma’ya dönüşünde zafer takından, borularını zebani gibi siyahilerin öttürdüğü karşılayanlarını, halkı selamlayarak geçen muzaffer bir İmparator!

Gerçekteyse selamsız sabahsız üzerine oturup kalktığımız kaba et.

Çok geçmedi, buralara tıkılıp kalmaktan geçen yılki kadar bedbaht görünen tabip ayaklarını sürüyerek içeri girdi ve.. gluteus maximus’unu koltuğa iliştirdi:

“Buyrun. Şikayetiniz?”

21 Nisan 2010 Çarşamba

DAMAK

Her insanın damakta bıraktığı bir tat var.

Kimi nane şekeri gibi. Aydınlık, ferah.

Kimi çok içilen bir akşamın ertesi haşlandığı gibi yenen makarna kadar yatıştırıcı.

Sirke keskinliğinde olan.

Yağ gibi kayan.

Yapış yapışı.

Bayatı.

Bazısı durdukça değişiyor, genişliyor.

Anında vermiyor da tadını kimi, zenginliğinin açılması için zamana yayılması gerekiyor. Sığ başlayıp dipsizleşen deniz gibi öylesi.

Kararında baharatıyla insanı uyardıkça uyaranı var.

Mesir macunu gibi etkiyeni.

Şekere bulanmış acı hap gibi ya da tam tersi olanı…

Kiminin tadıysa haşlanmış kabağınkinden farksız.

I-IH!

Sen istediğin kadar yayın yap, alıcısı olmazsa boşluktur ilettiğin, sözün de hiç. Şu Zen koanındaki gibi. “Nedir bir elin sesi?”

Ama tek bir alıcın bile varsa, oradasındır. Kendin de olabilir bu, fark eder mi?

Pişerken, piştikten sonra elinden çıkana zevkle, heyecanla bakıyor, tadına varıyorsan, ne mutlu! Hayattaki yerine hakkını vermek işte. Sofrana başka buyuran da varsa katlanıverir hoşluk.

Ya, dediğinden anladığını bildiğin bu izleyici de ilgisini, merakını yitirdiğinde? Yaptığına herkesten önce (belki de sonra, çok sonra, onu bilemem) kendi burnunu kıvırmaya başlamışsan? Elinden gelene duyarsızlaşıyorsan?

Şerbeti kaçırılmış revani gibi mi yazıyorsun ne?

Fazla pembe, fazla tatlı. Anlamsızca romantik.

Öngörülebilir.

Örüntüsü bir kez çözüldükten sonra artık okumaya gerek yok; neye nasıl bakıp ne göreceğin kestirilebilir.

İmge baskınların da.. yorucu! Vazgeç sekmekten, düzgün düzgün yürü biraz.

Bir yanım cılızlaşarak devam ederken diğeri artık onun hayrete uğratılmaktan çok hoşlanan, nüanslarını keyifle ayrımsayan en büyük destekçisi değil.

Yazmak da ateşimi körükleyen bir dans olmaktan çıkıyor.

Kendi gözünden düşmek böyle oluyormuş demek.

Eh, bakalım bozulan bu oyundan ne çıkacak?

19 Nisan 2010 Pazartesi

Si minör - Seda işte - Picasa Web Albümleri

Si minör - Seda işte - Picasa Web Albümleri

HANGİ VOLKAN?



Heidi gibi topuklarımı birbirine vurarak yarımadanın ucuna yürüdüm. Diz boyu otların arasında patikada kalmaya bakarak tepeye çıktım. Gelincik mevsimi. Göze evet, hem nasıl ama kameraya gelmeyen incecik kızıllıklarını bulanık renk vurguları olarak fotograflara serpiştirdim. Kulağımda arıların, iri böceklerin zigzaglar çizen vızıltısı, çekirdek çıtlar gibi öten kuşlar. Sağda solda, her yerde arkadan aldıkları ışıkla kıvılcımlaşan yabani arpa, yulaf. Laciverdine nefti katılmış gibi bir garip derinleşen deniz. Kıştan çıkma ilikleri usul usul çözen tatlı bir sıcak, mis gibi havada yürüdüm de yürüdüm.

Haberi telefonda Meral verdi. “Bulutlar Salı günü geliyormuş.”

“Ne bulutları?”

“Volkan patladı ya!”

“Ne volkanı?”

İnternet yok. Borcunu ödememişler, kesilmiş. On kilometre yarıçaplık alandaki tek bakkalda spor magazin ve bir iki süprüntü dışında bir şey bulunmaması, gazete okumazlığıma kabul edilir bir kılıf sunuyor. Televizyona zaten baktığım yok.

Volkan Silifke’de de patlayabilirmiş. Tapınak uykuma rastlasa onu da duymazmış ruhum.

Peki ne kaçırdım? Dünyayla birlikte endişelenme ortaklığını. Sofraya diğerleriyle beraber oturmayı.

Yanıma kalansa kutsanmış bihaberlik.

YANKI



Kabından taşmış bir müzisyen olsaydım, müziğimin nerelerde yankılandığını hayal etmek hoşuma giderdi.

Dünyanın hangi köşelerine uzandığını. İnsanın hangi hallerine eşlik ettiğini.

Ama yalnız insan kulağında değil, hangi iklimler, coğrafyalarda çınladığını da tatlı tatlı hayal ederdim.

Tanrının unuttuğu bir çöl geçidine götürür müydü gezginin biri mesela?

Bir dağcının matarası yanında müziğim de olur muydu?

Sadece yıldız ışıklı gecelere karışır mıydı?

Hangi denizleri, göl kıyılarını yalar, ırmaklardan akar, yeryüzünün nerelerine, hangi zamanlarına yayılırdı?

Sanat insan için. Elbette, ama müzik doğaya, insan olsun olmasın, en yakını.

Havayla suyun dalgaları gibi.

(Ben yazadurayım, yakınlarda bir yerleri kazan işçilerden birinin bet sesinden Mendilinde Gül Oya yükseliyor. Çerçevesi de kuş sesleri, şöyle bir esinti ve Batı Koyunun kayalıklarda şıpırdayan denizi :)

10 Nisan 2010 Cumartesi

ÇEK O ZAMAN!

Ne romantik röntgen!

Çepeçevre çenem, arkadan vuran ışıkla daha da harelenen (yumuşak doku temsili) dumansı bir çerçeve içinde.

Dişler. Teptikleri horonun rasgele bir anında dondurulmuş amatör dansçılara benziyor. Kimi aşağıda kimi yukarıda, oraya buraya yatık..

Arkadaşım maskesini takıp mikroskobunu dişime nişanlayarak çelik çubuğu ağzıma soktuğunda sesim kesildi.

Sorunlu dişi yokladı. Cevabı sızıyla aldı. Uyuşturdu. Oydu. Açtı. Kanala, dibindeki kaynayan enfeksiyona ulaşamadı.

“Çekmekten başka çaremiz yok.”

Basit bir dolgu yenilemesi diye oturduğum koltuktan bir dişimden daha olarak kalkacağım demek.

“Uyuşmuşken alalım istersen.”

Karar anları ve ben! Konu, iriliği fark etmez, kararın 15, bilemedin 20 saniyede verilmesi gerekir!

Çek o zaman, dedim, pelteleşmiş dilimin döndüğünce.

Yaşam yoğunlaştığında zaman içine ne çok şey alıyor. Deveyi iğne deliğinden geçirmek dedikleri bu olsa gerek.

Gerisin geri sözcüklere çevrildiğinde sayfalarca laf edecek “his” halinde kodlanmış birkaç saniyelik yaşantı, çenemin panoramik röntgeninden çok mu farklı?

Hayatın sonsuz göründüğü güneşli yanından, gençlikten, gölgelerin uzamaya başladığı, kayıpların büyüyüp büyütüldüğü orta yaşa geçiş. Elde kalanlara, zengin cömertliği yerine dar gelirli hesap kitabı ile bakış. Başkalarının başına gelen kağıt üzerinde görünürken kendi başındakileri katmerli algılama.

“Merak etme, yavaş yavaş alacağım.”

Merak ettiğim yok. Ben “eksilme” konusunun minyatür bir temsiliyle İnsan Halinin dramatik yanında bir kayık gezintisi yapmakla meşgulüm! Üst tarafı bir dişten oluyorum ama denk düştüğü anımla nasıl da yaklaştırıyor bu beni insan zayıflığıyla böyle sıkı fıkı bir duygudaşlığa.

Yırtılan gazlı bez çağrışımıyla direnen kemik. Direnci zayıflıyor ve çıt! Bir kısmını bırakıyor.

“Az kaldı.”

Kaybedilen kollar-bacaklar, gözler.. Nedir ki bir diş!

Ama insan böyle bir mahluk işte. Kaygısı, kaygı konusundan, onun objektif büyüklüğünden, “haklılığından” bağımsız.

Fark kendine geliş süresinde. Ve ne kadar hasarlı dönüldüğünde.

Yoksa zayıf bir anda “önemsiz” bir şeyin tetiklediği kaygı ile bir travmanın yarattığı arasında orantılı bir şiddet farkı yok.

Arayı insanın hamarat “kurgu zihni” bir çırpıda kapatıyor.

Bir çıt daha.

“Tamam işte. Bitti!”

Güle güle diş.

Uzun uzadıya incelikli hiçbir analizin yapamayacağı kadar beni Shakespeare ruhuna yaklaştırdın. Endişenin dokunaklı yoğunluğuna.

Son hizmetin de bu lokmayı çiğnemek oldu işte.

7 Nisan 2010 Çarşamba

DON KAL!

Bilgisayar, televizyon.. Ekranlardan akanın garip çekimi.

Bu akışa tek parmağımla girmeyegöreyim, sel suyu gibi çekip alıyor gerisini.

Japon borsası. Kırışık önleyici salyangoz kremi. Patagonya’da 3 şiddetinde deprem. Şarkıcının sevgilisiyle Bebek sefası..

Neyin hangi anına denk geldiysem.

Tüm dikkatimi vermem beklenecek herhangi bir şeyden çok daha oradayım. Bütünümle.

Sanki hayata bakışımı kökten değiştirecek bir sır ifşa edilmek üzereymiş de anını kaçırmaktan korkarmışım gibi.

Bu kadar bilinçsiz olmasa saygı, huşu diyeceğim bir teslimiyet.

Daldan dala atlayabilirsin –ağaçta kaldığın sürece! diyen bir teslim alış.

Ama dikkat değil bu. Kopamamak. Sürüklenmek. Olumlu yanından sıyrılmış büyülenmişlik. Kilitlenen ekran gibi donmak.

Hayvani manyetizma!

Mesmer’in toprağı bol olsun. Kendisi çoktan tuhaflıklar tarihini boylamışken keşfi ekranlarımızdan içimize içimize akıp duruyor.

Hem de nasıl!

4 Nisan 2010 Pazar

KÖRE DÜŞMEK

Bazen yaprak kımıldamıyor insanın içinde.

Bir şeyin diğerlerinden, istemenin istememeden farkı yok.

Hareket sıfırlanmış, yelkenler suda.

Perde perde ama bu hal. Koyusunda umutsuzluk var. Suyunu çektiği gibi dibini tutan kerpiçleşmiş kara mercimek yemeği gibi.

En açığı tatlı. Hemen üzerindeki güneşin yaygın mat ışığı, hiçbir yerinden delinmemiş sabah sisini yırttı yırtacak. Şurada gür bir kuş ötüşü, burada parlayıverecek bir asfalt parçası, bir telefon, selamlaşma, çakıveren bir düşünce, eşitliği bozan bir duyguyla..

Yaşlanmanın bir getirisi de bu.

Ayaklarını uzatıp beklemeyi öğrenmek.