Depremlerle birlikte içine gömüldüğüm his acı, öfke, şaşkınlık değil, bitkinlik oldu. Ağır bir bitkinlik. Algıları donuklaştıran, düşünceyi kapatan.
Çaresizlik onun yerini almaya başladı.
Donukluk, yerini basacak sağlam zemin arayarak üşüşen
düşüncelere bırakmaya.
*
Deprem bölgelerinde gönüllülerden gelen haberler felaket.
Yıkımın akıl almaz boyutunun tanıkları koordinasyon yoksunluğunda yardımların
isabetsiz olmakla kalmayıp kargaşayı nasıl büyüttüğünü aktarıyor.
Kapkara sesli bir plastik cerrah bugün bireysel
yardımlardan kaçının, büyük organizasyonlara yönelin, asıl önemlisi uzun
soluklu düşünün diyordu: Sayısı artan kimsesiz çocuklar, sahipsiz bebekler ile
bakımevlerine ihtiyacımız olacak. Çok sayıda ampütasyon yapıyoruz; protezlere,
yardımcı gereçlere. Uzun bir dönem boyunca pek çok şeye. Kaynakların yığılarak
işe yaramazlaşan malzemelerle tüketilmemesi, zamana yayılması gerek.
*
Felaket insanın en iyi ve en kötü yanlarını ortalığa boca
ediyor. Fırsatçılık, hırsızlık, öne geçme, bundan bile kendine kâr çıkarma,
yağmalar kadar varını yoğunu bağışlayan, emeğini, evini sunan, çırpınanlar.
Öfke ve merhamet. Nefret ve özveri.
*
Ama yıkımın kişiyi can evinden vurabilmesi için yorumların,
tanımların, filtrelerin hizalanması gerek. Bunların başta geleni de
ben-benim-biz-bizim kavramlarının sınırları. Deprem siyasi sınırlara duyarsız,
Suriye’de de binlerle can alıyor. İçimiz biraz da oraya sızlıyor mu? Ya burnumuzun
dibi de olsa ülke sınırı dediğimiz mevhumun tümüyle dışında cereyan etseydi?
Irak’ta mesela, Kuzey Irak, İran, “öyle bir yer”de? Deprem bölgesinde görevli
olarak bulunan ve sağ salim olan kuzenim ile karısından (ve haber alamadığım
bir komşumuzdan) başka kişisel tanıdığım yok ama benim ailem vurulmuş
gibi dağıldım, kim bilir kaç milyonumuz da dağıldı. Evin sıcağı, yediğim lokma içime
sinmedi, suçluluk doğurdu.
*
Bu arada Suriyeliler mi? Yağma ve hırsızlıklardan (“onlar
yapıyormuş!”) silme sorumlu tutuluyorlar. Kendi ülkelerindeki felakete de
üzülmek yerine buradakilere bir de acının dönüştüğü öfke düşüyor.
*
Ya Batı? Geçen yıl bu zamanlar en sevdikleri düşmanları
Rusya’nın mağduru olan Ukrayna’ya gönüllerini açar, kaynaklarını seferber eder
(ak ile kara orada da almaşık: Sığınma hakkı ile silah yardımı -yıkımı
durdurmak yerine körüklemek- iç içe), sosyal medya mangalında kül bırakmazken
bizde kılları pek kıpırdamadı. (Sağ olsunlar, insani ve maddi yardımda
bulunuyorlar ve hiç değilse yardımları silah biçiminde değil.)
Geçenlerde Sakallı Celal’in bir sözüne rastladım: “Bizim
ülke hızla Doğu’ya giden bir gemi gibidir. Güvertesinde kimileri Batı’ya doğru
bir koşu tutturarak kendilerini orada sanır.”
Ne kadar koşarsak koşalım, hele özenle beslediğimiz güncel iticiliğimizle onların “biz-bizim” dairelerinin dışındayız. Tıpkı tepeden
bakarak dışarda bıraktıklarımızın da bizimkinin dışında kaldığı gibi.
*
Malzeme Doğusu Batısı ile bu. Sağlam kirişler, çürük
kolonlar üzerinde yükseliyor, doğanın bir silkinişi ve yerel aymazlık bir araya
geldiğinde de yıkılıyor.
Ama hep ayağa kalkmak, hatalarını tekrarlayıp bazen de
ders alabilmek üzere.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder