Dolaş. Çanağını doldur.
Yavaşla. Aldıklarını sindir. Dışarısıyla içerisi, şehir ve sen; tahterevallinin
bir o ucu, bir bu ucu yükselsin.
Pandemi ve zıvanadan çıkan
pahalılıkla etkinliklerin iyice seyrelmesi taşrada edindiğim tempoya çok
uyuyor. Tefekkür yanı harekete ağır basan bir gidiş. İyi ki de öyle.
Düstur az ve öz. Bir avuç
yakınımı görmek, kalabalıktan sakınarak dolanıp şehrin oldum olası sevdiğim
nabzını uzaktan-ufaktan hissetmek, hatırlamak iyi geliyor.
*
Kadıköy’de şehrin son
gazhanesini belediye değerbilir bir kültür merkezi haline getirmiş: Müze
Gazhane. Endüstriyel bir hurdalık egzotik bir esintiye dönüşürken hatırı
sayılır bir alan da halka açılmış. Kütüphane, atölyeler, tiyatro, sergi
salonları, çocuk bilim merkezi, kitapçı, kahveler ve aralarında bol boşluk,
birinden çıkıp diğerine giderken insanın iştahını tazeliyor. Geçmişten günümüze
karikatür sergisini bir ülkede her şey değişirken bu kadar da aynı mı kalır
diyerek gezdik. Çocuk bilim merkezini tabii. İklim sergisine burnumuzu uzattık
(sergileme, sunum bu çağın teknolojiyi tepe tepe kullanan ustalığı), kitapçıya
daldık Çağlayan’la, iki kitap kurdu. Hayat Yeniden: Umut Felaketleri Yener
başlıklı, göçmenleri belgeleyen fotoğraf sergisi sırf yerinden değil, ülkedeki
konumundan da edilmişlere sarsıntı, yıkım ve yeniden doğruluş üzerine çok şey
söylüyor.
Tatlı bir doygunlukla
kahve molası verdik, çıktık ve yolu şaşırıp kendimizi şehrin (yüksek yüksek
kulelerle) yeni iğnedenliği Fikirtepe’de bulduk. Ne yolu belli ne izi.
Yırtıcı bir iştahla yumuldukları arazide yollar plan program yerine telaşlı
pençe ve diş izleriyle açılmış sanki. Biz şaşkın, navigasyon daha da şaşkın,
niyetli olarak dünyada girişilmeyecek bir tur attık. Kıvrım büklüm sokaklarda
devasa bloklar ile karşılarındaki, nasılsa var kalmış köhne tamirciler, sinekli
bakkallar, gecekondular ve onlardan hallice kirli suratlı apartmanlar
(pencerelerinden beyaz bayrak yerine sarkan çamaşırlar). Ülke en doğusundan
başlayarak batıya doğru hamle etmiş de kiminin muradına erdiği, çoğunun eli
böğründe kaldığı bir duvara burada toslamış bir şehir gibi İstanbul. Hareket, köken
çeşitliliği, engellenmişlik, kıstırılmışlık hep bir arada. Fikir(allah akıl ile
birlikte versin)tepe bu açıdan iyi bir özetmiş.
*
Mahalle camii onarımda,
ezan çeşitli uzaklıklarda başka camilerden anlaşılmaz bir uğultu kalabalığı halinde
yükseliyor. Sesi ne kadar yüksekse camilerin bir iki istisna dışında kendileri
yüksek bloklar arasında o kadar kaybolup gitmiş. Ses de biçim de böylece
ulvilikten, huşu uyandırabilmekten ne kadar uzak ama dinin çoktan yeryüzüne
indirilmiş, hatta yerin altına sokulmuş haliyle de pek uyumlu. Kalabalığın
niteliğe galebe çaldığı bir yerde yakışır diyor insan.
*
Kentsel dönüşüm blokları.
Dar kenarı kısacık bu dikdörtgen yapılar midesiz bir yemek borusunu andırıyor.
Uzayıp giden bir eksen boyunca genişleyemeden sıralanmış odalar. Bir inşaat
taahhütnamesinin alt alta maddeleri gibi. Malzeme kalitesi mi? İşte buyrun,
birinci sınıf, onunla yetinin! İnsana ev duygusu verecek, işlevleriyle
çeşitlenen mekanlarla bir de mimari ruh beklemeyin. Yenilik ve pırıltı neyinize
yetmez. Cilanın öze galebe çaldığı bir yerde bu da yakışır diyor insan.
Bu blokların arasında
uçuşan martılar.. “Ruh” onlarla geliyor. (Ne kadar fantastik bir görüntü!)
Kaldırım boyu ağaçların bir tutam yeşiliyle de ısınıyor insanın içi. Ve gökyüzü
tabii. Daima.
*
Pera Müzesinde bir sergi: İstanbul’da
Bu Ne Bizantizm. Modadan çizgi romana, sinemadan resme dünyanın dört
bucağında Bizans tahayyülü. Koşar adım ilerleyen bir yoksullaşmayla iç içe
gösterişçi tüketimi düşünürken aklımdan geçenin hoş bir uzantısı oldu: Ne olsa
Bizans’ın devamı bir yerde yaşıyoruz.
*
Yeni AKM. Eskisine
yüklediğim hiçbir anlam yok (sahiplenmeyince de boş bir sabun kutusu gibi gelirdi).
Önyargısız, beklentisiz, etrafını dolaştım. Eski cephe ile onu hafifleten,
hareketlendiren yenisi arasında bir süreklilik sağlanmış. Eski otoparkın
üzerinde yükselen ve herhalde en az ana bina kadar yer tutan ek kanat,
kütleselliği ve sunduğu perspektiflerle biraz 3. Reich mimarisini çağrıştırdı.
Konser salonundan tiyatrosuna, atölyelerinden kitaplığına içlerine girmek,
akustiğine, verdiği hislere bakmak gerek tabii, yapıyla hemhal olmak. Ama boş
halini dışından adımlamanın da uyandırdığı bir izlenim var.
Derli toplu. Bağırtkan
değil. Çirkin de değil. Fazlasını da beklememeli. Mekan bu, ya içerik derler
yoksa. Bırak teşviki, sözün, sesin, yaratıcılığın ezildiği yerde yeni bina fena
bir başlangıç sayılmaz.
*
Dişçi, “Güzel” dedi.
“Sallanan ya da çatlamış dişiniz yok.” Pandemiyle birlikte çok sık gördükleri
hasarlarmış bunlar. Diş sıkmaktan. “Siz siz olun, çenenizden güç almayın” diye
ekledi gülerek.
*
Evde ne internet ne tv
var. Akşamları divana uzanıp kitabıma gömülmek bölünmemişliğin derin hazzını
veriyor.
(İlgiyle okuduğum iki
kitap: How Music Got Free, Stephen Witt – Bedava Müzik: Bir Mucit,
Bir Patron ve Bir Hırsız Müzik Endüstrisini Nasıl Altüst etti başlığıyla
çevrilmiş. Ve Sovyetlerin yıkılışıyla ortaya çıkan oligarklardan biri etrafında
Putin’li yeni düzeni konu alan Once Upon a Time in Russia, Ben Mezrich.)
*
Gün ağarırken köprüdeydim.
Dar uzun bir bulut Çamlıca tepesinin üzerine sere serpe uzanmış. Altında şafak
vaktinin pusu, kat kat yayılarak yapıların, kıyının dış çizgilerini siliyor,
görüntüye olmadık şaşırtmalar veriyordu. Köprünün karşı ayağı, televizyon
kulesi şurada silinmiş, az yukarıda yoktan var olarak göğe yükselişlerine devam
ediyordu. Grinin tonlarıyla süren bu oyunun doğusunda güneşten önce tepenin
ardından yayılan sarı ışıltısı göğe rengini verirken duru maviyi aşan bir uçak
izi kıpkızıl kopmuş gidiyordu.
Ah İstanbul! dedim, senden
umut kesilmez.
*
Bir şehir paradoksu daha:
Sürekli göz altındayken hiçbir zaman (kendiliğinde) görülmüyorsun.
*
Birkaç fotoğraf: https://photos.app.goo.gl/P7JAGJ4TgRGhz74d8