Perdeyi buz tutmuş fırtınalı bir deniz gibi görünen
terasa açtım. Deşilen yüzeyi alt alta üst üste enli parçalar halinde uzanıp
gidiyordu.
Yeni bir gün, gürültünün ikinci perdesi.
Her biri farklı bir yöneticinin kandığı farklı bir
müteahhit tarafından bu kez kesin izolasyon çözümü olarak döşenmiş kat kat işe
yaramaz yalıtım, orijinal inşaat seviyesine kadar parçalanıyor. Evin
kendisinden geniş bir teras alanında bu, beş iş günlük kompresör ve balyoz
şenliği, duvarlar ve zeminden kemiklere geçip onları zangırdatan titreşim, toz
toprak ve işçi trafiği demek.
İlk gün laptopumu alıp gürültüden en uzak noktaya gittim,
arkamdan köpekbalığı kovalıyormuş gibi bir azimle çevirimi bitirdim. Kompresör
kürek mahkumlarına tempo tutan davulcu gibiydi. Onun kadar kesintisiz çalıştım.
Paralel bir akışta, saldırgan bir uyarana nasıl karşılık
verileceğini düşünüyor, yokluyordum. Böyle bir gürültü rahatlıkla bir zorba
gibi algılanabiliyor. O zaman da asıl sorun gürültünün kendisinden çok ona
atfettiğin nitelik haline geliyor. Zorba, huzurunu kaçıran, seni hiçe sayan…
Böyle böyle birbirine eklenen bir yığın nitelik, çağrışım. Sonra ona itiraz
etmek, yakınmak, şikayete giden yığınla enerji. Ve sonunda vuku bulan şeyden
değil, ona dirençten bitap düşmek.
Akşamüzeri tefekkür ve meditasyonun yardımı olmasa
olacağımdan çok daha az ama yine de yorgundum.
*
John Cage kendi yağıyla kavrulmaya çalıştığı dönemde
Manhattan’da parasının elverdiği bir daire tutmuş. İşlek bir cadde üzerinde,
çok gürültülü bir yer. Gürültüden önce nefret etmiş. Sonra başka bir seçenek
olmadığından bununla yaşaması gerektiği gerçeğine karşı durmayı bırakmış.
İtmeye, kaçmaya, kaçınmaya çalışmayı. Dönüp yüz yüze gelmiş. Ve som bir
dikkatle kulak vermiş. Gürültü o vakit yekpare bir sıkıntı kaynağı olmaktan
çıkıp kendini açık etmiş. Nüanslarını, dalgalanmalarını, her bir anının
eşsizliğini. Tizlerle peslerin neredeyse kontrpuan denecek geçişimini.
Dinlemiş ve anlamış. Bir daha da nefret etmediği gibi gürültünün o günlerinin dilediği an öne
geçirmeyi bildiği arka planı olmasından neredeyse tat almış.
Yaratıcılık yoktan var etmekten çok olanı dönüştürmektir
belki.
*
Kırıcı ustayla çırağına kapıyı açtım. Kusura bakma abla
dedi mahcup, sanki kırıp dökmek önüne geçemediği bir zorlanımdı da bana istemeden
zarar veriyordu. Çırağını duvarlara değmemesi için uyardı, sabah güneşinin alabildiğine
tazelikle serdiği ışıklı yolluktan terasa çıktılar. Onlar kıyamet aletlerini
hazırlarken soprano, alto blok flütlerle teneke düdüğü şöminenin üzerine
dizdim, önüne nota sehpasını koydum.
Birlikte başladık.
Onları bastıramazdım, buna yeltenmedim bile ama sesimi hiç
olmadığı kadar yükselttim. Beni maskelemelerinden istifade özgürce üfledim. Gavotlar,
menüetler, türküler, İrlanda halk şarkıları, Barok.. Sesim güçlenmekle kalmadı,
nicelikten devşirme bir de güven geldi.
Bir süre sonra tuhaf bir şey oldu. Bu iki ses kaynağı
ayrı şeyler olmaktan çıktı, kompresörü de içime aldığım duygusuyla devam ettim.
Yüksek bir duvara cüsseli bir gölgesi düşen ufak tefek bir şeydim de sanki,
gölgem beni değil, ben gölgemi yutup kocamanlaşmıştım.
Bu akşamüzeri ne yorgunum ne bir şey. Kafam da içim de
hafif, ışıklı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder