Bir düğünün devamı olarak sahnelenecek Shakespeare
oyununda başroldeyim. Provadayız. Çok dar, uzun sahneye çıkıp açılış repliği
için elimdeki metne bakıyorum (kuşe kağıda ne kadar kaliteli bir baskı!).
Unutacak olursan, diyor rejisör, “kardeşin” burada. Sağımda solumda birilerini
aranıyorum. Bilgisizliğime gülerek “Biz ona böyle deriz” deyip önümdeki metal
direkte göz hizasına yerleştirilmiş tablet bilgisayar büyüklüğündeki ekranı
işaret ediyor. “Bütün söyleyeceklerin buradan akacak.” Aklım pek yatmıyor ama
peki madem.
Kaçta başlayacağız? 8 ya da 9’da. “Seyirciler” kilise
sıralarını andıran uzun tahta banklarda, sahne ve sahnede olacaklarla hiç
ilgilenmeden kendi alemlerine dalmış, gülüşüp konuşmakta. Oyunla ilgili
kişilerse bir dağılıyor bir toplanıyor sanki ama hepsi benden çok uzak.
Söyleyeceğimin kendini gerçekleştiren bir kehanet
olmasından korkarak ama yine de dayanamayıp sütkardeşime “Her şeyi berbat
edebilirim” diyorum, “Rolüme hiç çalışmadım.” Aldırmıyor. Hayranlıkla “Şu
baskının kalitesine bak!” diyor. Gösterdiği, piyes metninin arasına
serpiştirilmiş yüksek çözünürlüklü fotograflardan birine bakıyorum. Kaşık
niyetine kullanılan koyu yeşil bir oyun küreğinin kenarındaki parıltılı,
kristalimsi yiyecek artıklarına makro çekim.
Bilincim bir bıçak sırtında. Sıradan çalışırsa prova
eksiği, metni sonuna kadar okumamış olmak beni ve başrolde olduğum oyunu
uçurumdan aşağı yuvarlayabilir. Ama elimdekini alır, doğaçlayarak
ilerleyebilirsem kanatlandırır, uçururum!
Korku sıradan işleyişe bağlı ve beni tutuyor. Onu ve
bırakırsam olabilecekleri aynı an ve kuvvette hissettiğim bir bıçak sırtı bu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder