Sıcaklığın bir hafta içinde 30 derecenin üstlerinden 20’lerin
altına pike ettiği Eylül sonlarında dağın eteğinden kalkıp geldiğim İstanbul. Uçlar arasında gidip gelenin sıcaklıktan ibaret olmadığı bir perde arası.
İstanbul, kıvrak bir parçanın atak ritimleri arasında
hızla açılıp kapanan bir akordeon körüğü gibi çalıştırıyor algılarımı,
izlenimlerimi, bunlara tepkimi. Hoşlanıyorum, vuruluyorum, irkiliyorum, kaçmak
istiyor, sonra yeniden başa dönüyorum.
Göz göz bir şehir bu! İnsan, görüntüsünün sayısız göze
düşüşünü hayal etmeden yapamıyor. Kalkansız dolaşılmayan, bu kalkanın da imgen
olduğu bir yer şehir –sadece İstanbul değil.
Kalkanın ve geçiş/kabul belgen imgen.
Sınırda kontrol edilen biyometrik fotografın, parmak izin
kadar da kesin.
Güneşte rengi iyice atmış, biçimsizce uzamış saçlarından
edindiğin göbeğe, kılık kıyafetinden aldırdıkların ve aldırmadıklarına, ifade
biçimine, şehirlinin ustalaştığı hızlı taramalardan geçirilip kiminden geçtiğin
kiminde çaktığın standart kalite kontrolleriyle üzerindeki gerçek-hayali gözler
gözler.
Burada göz altındayım.
Doğadaysa gören ve görülen bir.
Orada göz benim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder